Pazartesi, Ağustos 24, 2015

"The Martian"

kaynak: Wikipedia
Pek çoğunuz denk gelmişsinizdir, The Martian adında bir bilim kurgu romanı var. Andy Weir adında bir bilgisayar programcısı tarafından yazılan kitap, 2011 yılında yazarı tarafından dijital olarak yayınlanmış. Büyük bir başarıya ulaşınca geçtiğimiz sene başında büyük bir yayınevi tarafından basılı olarak da sunuldu. Aynı dönemde film hakları da büyük bir stüdyo tarafından satın alındı. Geçtiğimiz yıl çok ses getiren ve Emre Aygün tarafından Marslı adı ile Türkçe'ye de çevrilen eserden uyarlanan filmi Ridley Scott yönetecek. Başrolünde Matt Damon'un olduğu ve Sean Bean, Jeff Daniels, Jessica Chastain, Kate Mara gibi tanınmış oyuncuları içeren film Ekim 2015'de gösterime girecek.

Bir süredir okuma listemde olan kitabı, geçtiğimiz günlerde bir boşlukta, bir sebepten okudum. Pek çok olumlu eleştirisini gördüğüm kitap beni hayal kırıklığına uğrattı. Bilim yönü kuvvetli bir kurgu olarak bahsedilen kitapta küçük olmayan bilimsel hatalar var. Bu konudaki tek olumlu yanı Mars yolculuğunda kullanılacağı varsayılan teknolojilerin kitapta yer alması. Ancak bunlarla ilgili teknik detayları bir laf kalabalığı şeklinde tekrar tekrar okurun önüne getirip sıkıcı oluyor. Kitabın kurgusu da herhangi bir değer teşkil etmiyor. Klasik bir bestseller gerilim akışında, sorun çıktı/çözüldü, daha büyük sorun çıktı/çözüldü döngüleri ile ilerliyor. Hemen hemen her seferinde de beklenilen olaylar gerçekleşiyor. Bütün bunların bir araya gelmesi ile epey kötü bir edebi eser sayılabilir The Martian.

Ama buna rağmen NASA gibi kuruluşlar ve bilim insanları bu kitabın promosyonuna ciddi katkı sağladılar. Bu durumu anlıyorum ve yerinde buluyorum. İnsanların ilgisini Mars'a insan gönderme konusuna çeken ve bununla ilgili bir konuda insanlığın gösterdiği çabanın, fedakarlığın sınır(sızlığ)ından bahseden bir eserin gündemde kalması aynı zamanda kendi yararlarına. Bunlar benim de kitap hakkındaki -sınırlı- olumlu görüşümün de başlangıç noktasını teşkil ediyor. 
Uzay ve teknolojileri hakkında pek bir şey bildiğim söylenemez ama Mars'a gözlem aracı göndermek, kuyruklu yıldıza sonda indirmek, güneş sisteminin sınırında görüntü almak gibi gelişmeler beni son derece heyecanlandırıyor. Ay'a insan indirmenin, bir tür olarak en büyük başarılarımızdan biri olduğunu düşünen biri olarak uzay programlarının daha güçlü destek bulması ve daha büyük hedefleri gerçekleştirmesi beni ancak sevindirir. Mars'a insana gönderme konusu son dönemde daha sık gündeme geliyor ve bu gibi eserlerle daha geniş kitlelere ulaşıp, daha uzun süre gündemde kalabilecek. 
MIT Technology Review dergisinin yazı işleri sorumlusu Jason Pontin'in pek beğendiğim TED konuşmasında teknolojinin büyük sorunları çözmesi için sıraladığı gerekliliklerden biri bu süreçle yerine gelecek. (Bir başkası da uzayda özel firmaların her geçen gün artan varlığı ile sağlanacak sanırım ama bunu başka bir yazının konusu yapmak niyetindeyim.)


Son olarak kitabı bitirmeden hemen önce attığım bir twitte belirttiğim görüşümün arkasında olduğumu söylemek istiyorum. Film hakkındaki bilgimiz şimdilik -doğal olarak- büyük ölçüde fragmanlardan oluşuyor. Ancak filmin kadrosu ve kitabın kötülüğü göz önünde bulundurulduğunda, kitabından çok daha başarılı bir uyarlama izleme ihtimalimizin yüksek olduğunu düşünüyorum. Ekimde göreceğiz.kedi

Pazartesi, Haziran 29, 2015

Spotify yazısı


Spotify'ı, Türkiye'de hizmet vermeye başladığı ilk zamanlardan beri etkin bir şekilde kullanıyorum. Çevremdeki pek çok kişi gibi, benim de müzik dinleme alışkanlıklarım üzerinde çok olumlu etkileri oldu. Buraya bakacak -sanırım- herkesin bildiği üzere Spotify, aylık belirli bir ücret karşılığında dev bir müzik arşivine sınırsız erişim sağlama fikri üzerine kurulu bir servis. Spotify'in öncü uygulayıcılarından bir olduğu bu fikir düzenli internet erişimi sayesinde müzik depolama ve dinleme alışkanlıkları temelden değişmiş kitle için çok yerinde bir yenilikti bence. Üyelik sayıları, cirolar ve trendler de bunu doğrular şekilde. Telif sorunu olmaksızın yüz binlerce kayda sürekli erişebiliyor olmak insanların öncelikli tercihi haline geliyor. Bu büyük arşiv erişimi eski ve yeni eserlerde devamlı keşif olanağı da sağlıyor.

Sistemin sağladığı bu dev faydaya rağmen rağmen benim açımdan çok sinir bozucu olabilen özellikleri de var. Bu özellikler büyük ölçüde media oynatıcısında yoğunlaşıyor. Spotify dijital müziğin yeni çağını, ilk çağlarından kalma bir beceriye sahip oynatıcı ile bize taşımaya çalışıyor. Burada benim en çok eksikliğini hissettiğim şey makul bir şu anda çalıyor listesi. Spotify'da bu işlevi yerine getirmeye çalışan bir Queue var ancak çok beceriksiz. Mesela çaldığınız parçaya arama ekranından geldiyseniz genelde sonsuza uzayan Queuelarla karşılaşıyorsunuz. Silmesi sorunlu, pek çok durumda parçaların yerleri değişemiyor, listeyi sıfırlamak gibi bir olanak yok. Bunların winamp'tan bu yana standart özellikler olduğu göz önünde bulundurulduğunda rahatsızlığım daha iyi anlaşılır sanırım. 

Ayrıca albümlerin parça bilgileri (id tagleri) ile ilgili de özellikle klasik müzik eserlerinde sorunlar olabiliyor. Uzun isimleri olan parçaların adlarını tam görebilmek için çoğu zaman kayan bir metnin istediğiniz yere gelmesini beklemek durumunda kalıyorsunuz. Yine benzer bir şekilde çok icracısı olan eserler için listenin tamamını görmek bir sabır meselesine dönebiliyor. Kaldı ki bunlar bilgiler tam olduğunda olan şeyler. Sık rastlanan durumlardan bir tanesi de eksik bilgiler. Bir kayıtta solist belirtilirken şef ve orkestra ilgili herhangi bir bilgi yer almayabiliyor. Benzer şekilde şefsiz orkestra ve orkestrasız şef bilgileri de yaygın. En azından kişisel kütüphaneler için düzenleme seçeneği olmasını beklerdim. Ama bunun ötesinde öneriler ile tag veritabanı bir tür crowdsourcing projesi haline getirilse en güzeli olurdu herhalde. Veritabanına erişimle ilgili Burak Bal'ın da sıkça dile getirdiği bir başka sorun da çeşitli parametrelere göre listeleme yapamama. Mesela bir icracının belirli bir bestecinin eserleri için yaptığı kayıtları listelemenin kolay bir yolu yok. 

Oynatma konusundaki bu sorunların bir kısmı ticari çıkar ile açıklanabilir belki. Çalma listesinin bitmemesi, daha fazla şarkı çalınması şirket için daha büyük bir ciroyu işaret ediyor en nihayetinde. Parça bilgileri ile ilgili sorunun da küçük bir kitleyi ilgilendirdiği varsayılabilir. Ama sistemin sosyal becerilerinin gelişmiş olmamasını bir türlü anlayamıyorum. Yeni nesil internet uygulamalarından biri olarak etkileşimin daha ön planda olmasını beklerdim. Erken zamanlarından bu yana yoğun bir facebook entegrasyonu (bir süre zorunlu idi), site içi mesajlaşma ve şarkı paylaşma gibi özelliklerle bunun emarelerini sunuyor ama bunun ötesine gidemiyor. Mesela yapılan paylaşımlar üzerinden etkileşime (beğeni, yorum yazma, vb.) gidilemiyor. Bunun da keşfet (discover) seçeneğinde öneriler oluşturan sistemin eğitilmesinde güçsüzlük yarattığı düşüncesindeyim. Sanırım bu ve benzeri boşluklar makul bir pazar da oluşturuyor ki öleyazmış Last.fm, Spotify ve YouTube üzerinden müzik oynatma özelliği ile bir sosyal müzik çalar olarak geri dönecek gibi.  

Ama Spotify sınırsız müzik erişimini temel olarak o kadar iyi sağlıyor ki epey geri/kötü olan bu çeşitli özelliklerine rağmen çok sağlam bir pozisyona gelebildi. Bu açıdan ben kendisini çokça WhatsApp isimli mesajlaşma uygulamasına benzetiyorum. O da tek bir işlevi (telefon üzerinden mesajla iletişim) yaygın ve başarılı bir şekilde getirmek dışında herhangi bir özelliği olmayan bir servisti. Süreç içinde muadillerinde sıradan hale gelen PC/web desteği, sesli ve görüntülü konuşma, gelişmiş multimedia desteği gibi özellikleri yakın bir zamana kadar gündeme dahi getirmemiş olmasına rağmen, dev bir kullanıcı kitlesinin vazgeçilmezi oldu ve olmaya devam ediyor. Tabii WhatsApp için etkisi çok büyük olan pazara önce girme avantajı Spotify için çok geçerli bir durum değil. Bir mesajlaşma programında mesajlaşacağınız kişilerin de aynı uygulamayı kullanması önemli olabilirken, streaming müzik servislerinde veri tabanı hemen her servis için (özellikle kullanıcıların büyük bölümü için) üç aşağı beş yukarı aynı. Bu noktada rekabet artıkça (Spotify'ın uzun süreli rakibi Deezer, kısa zaman önce büyük bir gürültü ile çıkan Tidal, bugün yayına başlayacak olan Apple Music, yakında gelecek olan YouTube Music Key ve bunların yanında -bugün haberdar olduğum- Composed gibi tematik girişimler ile pazarın şu aralar çok canlı olduğunu söyleyebiliriz kanımca) kullanıcı deneyiminde fark yaratacak özellikler daha ön plana çıkacaktır. Spotify'ın geçtiğimiz ay duyurduğu koşu temposuna göre çalma listeleri oluşturma özelliği gibi şeyleri daha sık görebiliriz.

Son olarak pek çok kez belirttiğim podcast desteği beklentisine de değineyim. Bir süredir gündemde olan bir konuydu. Uygulamanın yeni sürümlerinden birinin kaynak kodunda rastlandığından beri "ha geldi ha geliyor" şeklinde bir bekleyiş söz konusu idi. Yaklaşık bir ay kadar önce de duyurusu yapıldı. Ama hala kullanma olanağımız olmadı. Benim konu ile ilgili isteğim neredeyse tüm audio aktivitemi tek servise indirmek. Fakat oynatma konusundaki beceriksizliklerini podcast gibi çeşitli aralıklarla yayınlanan, düzgün takip ve listeleme gerektirebilecek bir audio türünde de sürdürecek olursa bu durum mümkün olmayabilir. Podcast ile birlikte video desteği de geleceği için oynatıcıda çeşitli (olumlu) değişiklikler de olabilir. Şu anda konu ile ilgili bilgimiz kısıtlı olduğu için bekleyip göreceğiz. O zamana kadar karışık listeyi güncellemeye ve shuffle modunda dinlemeye devam.

kedi

Perşembe, Haziran 25, 2015

The Newsroom üzerine birkaç söz

Bu yazı çok ciddi seviyede spoiler içerir. Eğer diziyi izlemediyseniz, 25 saat sonra, diziyi bitirdiğinizde geri dönmek üzere sayfayı kapatmanızı tavsiye ederim. Ayrıca yazı boyunca sunulan tüm bağlantı, alıntı ve videolar İngilizce'dir, bilginize sunarım.


Yakın çevremdeki herkes The Newsroom isimli dizinin ne kadar güzel olduğunu sürekli belirtmemden illallah etmiştir herhalde. Etmeyenler varsa, onlar da diziyi en az benim kadar beğenmişlerdir. Şimdi, dizinin tamamlanması ardından bir süre geçtikten sonra bir yazı ile bu beğenimi bir kez daha yüksek sesle dile getirme niyetindeyim. 


Yazıya, dizi ile ilgili olumsuza yakınsayabilecek yorumlarımı paylaşarak başlamak istiyorum.

Dizinin o meşhur açılış sahnesindeki durum analizi bazıları için tersini işaret etmiş olabilir ama seride çok ciddi bir Amerika övgüsü var. Bu durum tüm diziye yayılmış olasa da 5/1 ve Election Night bölümlerinde neredeyse maddeleşiyor. Sebebi bir ülke gerçeği olarak aşırı ulusal gurur ve vatanseverlik midir yoksa söyledikleri ağır sözleri bir şekilde yumuşatma çabası mıdır, bilmiyorum.

Göze batacak bir ikinci konu ise fazlasıyla teatral sahnelerin varlığı. Dizinin tamamında yan karakterlerinkiler dahil pek çok sahne epey abartılı. Dolu dolu yazılmış metinlerle hemen her an biri nutuk çekmeye başlayabiliyor. Ama bu abartılı sahnelerden birini özellikle belirtmek gerekirse, 2. sezonun 7. bölümü Red Team III'nin sonunda Leona Lansing'in "get it back" diye bağırarak nihayetlendirdiği sahneyi seçerim.

Son olarak dizi fazlası ile romantik bir duruşa sahip. Habercilik kurumuna bakışta realizmden uzaklaşıp masal diyarlarında geziniyor çoğunlukla. Haberciliğin salt bir kamu hizmeti olarak tanımlanması ve çağrıya kulak veren değerli insanlar tarafından tam bir özveri ile gerçekleştirilmesi söz konusu. Olayı başta bu şekilde görmeyen karakterler için bile süreç içinde doğru yolu bulma hikayeleri anlatılıyor. Demokrasilerde seçmeni bilgilendirmek adına yapılan bir kamu hizmeti olarak tanımlandığında, haberciliğin ne kadar övgüye de açıldığını tahmin edebiliyorsunuzdur. Dizi boyunca bu yüceltmeyi de net bir şekilde görüyoruz.

Yalnız bu noktada unutulmaması gereken bir noktada dizinin bu konuda bize yalan söylemediği. Son iki maddede olduğu gibi gerçeklikten uzaklaştığı noktaların farkında ve bunları bize pek çok kez Don Quijote ve Kral Arthur gibi öykülere referans vererek hatırlatıyor.


Bunlardan sonra bir miktar dizinin akışı üzerinden gidebiliriz. Yukarıdaki ikazımı görmeyenler ya da ciddiye almayanlar için tekrar belirtmek istiyorum ki yazının bu noktasından sonra epey büyük spoilerlar bulunacaktır. Eğer daha izlemediyseniz yazıyı okuyup diziyi heba etmeyin bence.

I, Sezon

Dizinin tamamı hakkında pek bir fikri olmayan pek çok kişi bile en azından açılış sahnesine denk gelmiştir, bu sahneyi biliyordur. Burada benim ilgimi çeken bir nokta, moderatörün ısrarının malum patlamanın, yani diziyi başlatacak olayın fitilini ateşliyor olması. Anchorun pozisyon almasının önemi üzerine inşa edilen olayların tartışmayı yönlendiren kişinin aldığı pozisyon sonucunda başlaması güzel giriş bence.
Takip eden bölümlerde Will'in MacKenzie'yi ve önerdiği değişimi kabullenmesi süreci sergileniyor. Bu açıdan sezonun 3. bölümü olan The 112th Congress'in açılışındaki özür sahnesi önemli. Okuna metin de güzelce. Charlie'nin başını çektiği MacKenzie ile stüdyoya bulaşan ve Will'in dahil olmasıyla yükselişe geçen moral değerlerin (şövalyelik ruhunun) tüm stüdyoyu ele geçirdiğini sezonun dördüncü bölümü I'll Try to Fix You'nun sonunda Coldplay'in aynı sözlere sahip şarkısı eşliğinde nihayet Don'un da taraf alması ile görüyoruz.
Bunun peşinden yeniden şekillenen (News Night 2.0) yayın anlayışının Tea Party çılgınlığına odaklanması geliyor. Şirket yönetimi, rahatsız olduğu bu yeni yayın anlayışını ve sert eleştirel yayınları engellemek için -dizinin kendi içinde doğrudan referans da verdiği gibi- News of the World olayı* tarzı ile telefon hackleme eylemi ile haber stüdyosunu tehdit ediyor. 
Bu gergin ortamın bir şekilde çözüme kavuştuğu The Greater Fool isimli final bölümünde kilit an ise The Who'dan Baba O'Riley çalması sanırım. Bunun ile başlayan tırmanış American Taliban adlandırması ile bölüm sonunda zirveye ulaşıyor. House MD'den sonra bir kez daha kilit bir noktada çalındığına tanıklık ettikten sonra bu şarkıya karşı çok seçici olacağım sanırım.

II. Sezon

Sezon yanlış haber yapmak teması üzerinden işliyor. Ama bana sorulursa sorumluluk almak konusu daha genel bir şekilde sezonun sınırlarını çiziyor.
Yapılan yanlış haberde Operation Genoa isimli gizli bir askeri kurtarma operasyonunda Amerikalılar tarafından bir kimyasal silah olan sarin gazının kullanıldığı iddiasında bulunuluyor. Buradaki kurgu gerçek bir olaydan alınmış. CNN ve Time 1998 tarihli ortak haberlerinde Vietnam Savaşı'ndaki Operation Tailwind isimli baskında sarin gazı kullanıldığını iddia etmiş. Sonrasında gerçek olamayan haberi çekmek ve ilgilileri kovmak zorunda kalmışlar. Dizide de ekibe geçici bir süreliğine dahil olan bir çalışanın manipülasyonu ile hazırlanan gerçek dışı bir haberin sunulması ve sonrasında bir şekilde haberdeki hatanın fark edilip geri çekilmesi önemli yer tutuyor.
Bu sezonu diğer sezonlardan ayıran en önemli özellik kurgusunun başarısı bence. Haberi yapma süreçlerini ve buradaki hatalarını savunmalarını yapacak avukatlarla yapılan görüşmeler halinde anlatmaları güzel bir sunum. Bölümler süreklilik ve büyük bir bütünlük gösteriyor. Burada benim açımdan öne çıkan bir sahne yine Red Team III'de Will'in Martin Luther King, Franklin D. Roosevelt ve Challenger Uzay Mekiği ile ilgili tarihi tesadüfleri sıralaması idi.
Avukatların hikayeyi dinlediği bölümlerden sonra final olarak, iki bölümlük sinirlerin çok gergin olduğu bir seçim yayını geliyor. Yanlış haber ile ilgili Herkesin, ahlaki açıdan uygun olduğu önerilen pozisyonları alması ile rahatlayan ortamda Will&MacKenzie ilişkisinin evliliğe doğru ilerleyeceği bilgisi ile mutlu bir son yapıyoruz.

III. Sezon

Üçüncü sezon Boston Maratonu bombalaması olayı üzerinden vatandaş haberciliği tartışması ile başlıyor. İlk iki sezonda Lansing Ailesi ve özellikle Reese karakteri ile anlatılan sermaye ilişkisi farklı şekillerle daha da ön plana geliyor. Dizinin finalinde de belirleyici olacak bu olayın yanında, Wikileaks ve Snowden dosyalarını andırır şekilde devlet içinden sızdırılmış gizlilik derecesi olan belgeler üzerine gelişen devlet ve habercilik ilişkisi var. Ayrıca bunlara paralel olarak özellikle artan dijital araçların varlığında haberciliğin değişimi ile ilgili bir duruş da alıyor. Bu açıdan Neal Sampat karakterinin hikayenin merkezine yaklaşması önemli. Bahsettiğim yaklaşma final bölümündeki you embarrass me diyaloğu ile zirveye ulaşıyor sanırım. Nihayetinde ise bir dizinin sunabileceği kadar iyi bir son bölüm ile seriye nokta konuluyor.


Sezonlar ilerledikçe kısalan ve daha az spoiler vermeye çalışan bu bölümden sonra dizi ile ilgili düştüğüm irili ufaklı bir dizi notu sıralayarak yazıyı toplamak istiyorum.

-Dizinin en beğendiğim bölümü birinci sezonun altıncı bölümü olan Bullies idi. Bu bölümde özellikle Will'in Sutton Hall ile olan diyaloğu çok etkileyici bir sahne idi. Peşinden üçüncü sezonun beşinci mi altıncı mi bölümü gelmeli kararsızım ama ilk üçü bu şekilde belirleyebiliriz.

-Dizi boyunca kahramanları ilgilendiren 5 tane ölüm olayı gerçekleşiyor. Will'in babası ve Charlie kalp krizinden ölüyorlar. Charlie'nin yaşı ve Will ile olan ilişkisi düşünüldüğünde, babası ile aynı şekilde ölmüş olması ilgi çekici. İki ölümde de Will'in ulaşılamaz durumda olması ise bir başka benzerlik. Diğer ölümlerden ikisi intihar ve ikisi de stüdyoya devlet içinden, gizliliği olan bilgiler taşıyan kişiler (2. sezonda Solomon Hancock ve 3. sezonda Lilly Hart). Ayrıca ikisinin de taşıdıkları bilgilerin haberleştirilmemesini takiben intihar etmeleri de yine ilgi çekici bir detay kanımca. Son ölüm, -Maggie Jordan'ın hikayesinde en büyük değişimi getiren, Afrika'daki- Daniel'in ölümü ise, silahla vurulma (S02E04: Unintended Consequences) ve Maggie'nin değişimi gibi benzersiz.

-Dizide herkesin mesleğine ve kanalına duyduğundan başka üç tane aşk ilişkisi var. En önde olanı tabii ki Will&MacKenzie ilişkisi. Dizinin ilk sezonunda birlikte gördüğümüz Don&Maggie çiftinin tarafları ise yine bu sezonda işaret edildiği gibi Don&Sloan ve Jim&Maggie çiftlerine dönüşüyorlar. Bu dönüşümler sırası ile ikinci ve üçüncü sezonların sonlarında gerçekleşiyor ve özellikle Jim ve Maggie ikilisi o noktaya epeyce uzun bir yoldan varıyorlar. Dizi içinde kurulduğunu gördüğümüz bu iki ilişki için, yine sırasıyla aşağıdaki diyalogları bahsedilmeye değer buluyorum:
D: Why are you single?
S: A lot of men are intimidated by my intelligence.
D: No, seriously?
S: Because you never asked me out.
(S01E10: The Greater Fool)

M: Have you had a lot of long-distance relationship? J: Yes. M: Have any of them worked? J: No. M: Then why is this going to be different?J: I wasn't in love with them.
(S03E06: What Kind of Day Has It Been)


-Bir de Will ile MacKenzie arasında ilk bölümün ortalarında geçen şu diyalogdan bahsetmeden edemeyeceğim:
W: Social scientists have concluded that the country is more polarized now than at any time since the civil war… the… civil… war.
M: Yes, people choose the news they want now…
W: People choose the facts the want now, so what you’ve just described is impossible.
M: Only if you belive that an overwhelming majority of Americans are preternaturally stupid.
W: I do.
M: I don’t and if you let me, I can prove it.

-Konulardan bağımsız olarak karakterler hakkında da birer söz söylemek gerekirse:
  • Charlie Skinner ile her işi yaparım.
  • Bana göre seri bitiminde en parlatılan karakter Don idi. Karakterin son sezon (özellikle 5. bölüm, Oh Shenandoah) performansı göz önünde bulundurulduğunda kesinlikle haklı bir eylem.
  • Sloan özellikle insanlıkla yakınlaşmadığı noktalar ile çok eğlenceli bir karakter idi.
  • Dizi boyunca iki karakterden net bir şekilde tiksindim. Jerry Dontana ve Hallie. Jerry Dontana dava noktasına kadar tutkularını kovalamak adına hata yapan bir insan olarak kabul edilebilirdi. Kovulduğu asansör konuşmasında "avukatımla konuşmadan daha fazla bir şey söylememeliyim" dediği noktadan itibaren kötü bir insan konumuna geçti sanırım. Ama durumu netleştiren, bir tuzak olarak Don'dan referans istemesi ve neticesinde ikinci davayı açması oldu sanırım. Hallie'nin ise baştan itibaren rahatsız edici bir bencilliği vardı. Romney otobüsünde Jim ile birlikte itiraz etmesi tek olumlu hareketiydi sanırım. Ondan gayrısı fiyasko.
  • Öne çıkan karakterler arasından MacKenzie, Don ve Jim daha gerçek karakterler. Uzmanlık alanları dışındaki beceriksizlikleri, bilgisizlikleri, sakarlıkları ve hataları onları daha gerçek kılıyor. Will ve Charlie ise daha kusursuz karakterler. Mesela 2. sezonun ilk bölümü olan First Thing We Do, Let's Kill All the Lawyers'ın hemen başında Will, karşısında oturan avukatın klavye üzerindeki parmaklarından Genoa yerine Geneva yazdığını fark edebiliyor. Tabii bunu seçebilen birisinin videodaki montajı fark edememesi de göze batıyor. Yukarıdaki üçlüden bu ikiliye daha yakın duran ise Don kanımca.


Son olarak, diziden yukarıda bahsettiğim bazı sahneleri de kapsayan bir derleme de sunmak istiyorum. Aslında bu yazı, iskeleti ilk oluşturulduğu sırada yayınlanabilseydi daha geniş bir seçki sunacaktı. Ancak aradan geçen zamanda HBO dizinin resmi YouTube kanalını kapattı ve hazırlamış olduğum playlist de büyük ölçüde yok oldu. Mümkün olduğu kadar onarmaya çalıştığım hali şöyle:


Bu yazıyı bitirdiğime göre, uzun zamandır kitaplığımda bekleyen Don Quijote kopyasına nihayet yöneleceğim sanırım.kedi

Çarşamba, Haziran 17, 2015

Haziran 2015

-Haziran ayı yarılandığı halde, yağışlar düzensiz ama belirgin bir halde devam ediyor. O yüzden, bir süredir işsiz olmam neticesinde her gün boş olduğum halde, istediğim gibi bisiklet süremiyorum. Hatta çoğu zaman koşamıyorum bile. Bu durumda ben de daha yoğun bir dinleme ve izleme faaliyeti içine girdim. Yalnız, okumayı istediğim seviyeye çekemedim, sebebini merak ediyorum.

-Yukarıda bahsettiğim dinleme faaliyetinin önemli ağırlığını podcastler çekiyor. Bu noktada, geçtiğimiz aylarda yazdığım Podcast yazısına ek olarak birkaç yayından daha bahsetmek istiyorum:

Desert Island Discs
Adının da çağrıştıracağı üzere, konuklarına ıssız bir adaya düşmeleri durumunda yanlarına almak isteyecekleri 8 parçayı soran bir radyo programı. Konuk şarkıları listelerken arada güzel bir söyleşi de gerçekleşiyor. Adaya götürmek isteyecekleri bir kitabın, bir lüks objesinin ve bu 8 parçadan vazgeçilmez olanının da sorulması ile söyleşi sonlanıyor. Çok yakın zamanda haberdar oldum programdan. Bradley Wiggins'in saat rekoru denemesinden önce MTBTR'nin hazırladığı detaylı incelemede dikkatimi çekti. 1942'den bu yana devam eden epey eski bir programmış. İlkinin yayın hayatı 43 yıl süren üç sunucudan sonra, 2006'dan bu yana Kirsty Young tarafından sunuluyormuş. Ama dijital ortama taşınması görece yeni bir tarihte, 2009 sonunda gerçekleşmiş. Gözümden kaçmış olmasını buna bağlıyorum. Programı takibe başladıktan sonra yakın tarihlilerden başlamak üzere arşivine hızlıca bir göz attım ve Jimmy Wales, Ken Robinson, Malcom Gladwell, Rowan WilliamsDaniel Kahneman, Brian Cox, Brian EnoLilly AllenMorrisseyRoger WatersJacqueline Du PreDustin Hoffman, Mark Gatiss, Michael CaineHugh Laurie gibi çok baskın isimlerden oluşan bir kısa liste yaptım. Daha fazlasını isteyenler için de araştırma yaparken karşılaştığım şu The Telegraph yazısını paylaşayım.

Freakonomics
Adının çağrıştırdığı gibi ilginç konulara ekonomist bakış açısı ile yaklaşan bir podcast. Programın alt başlığı ilgi alanlarını, her şeyin gizli tarafı olarak tanımlıyor. Sayfalarındaki açıklama kısmında da belirttikleri üzere aylık 5 milyonu aşan indirilme sayıları ile dünyanın en popüler podcastlerinden biri. Sitelerinde ayrıca bir blog ve aynı eksende yayımladıkları kitapların bilgileri de bulunuyor.


Radiolab
Her bölümünde olabildiğince ilgi çekici bir konuyu gündeme getirmeye çalışan bir yayın. Bir süredir takip listemde olamasına rağmen çok sık dinlediğim bir program değildi ama geçtiğimiz haftalarda yayınladıkları bir bölüm ile dimağımı genişletti. Uzunca bir süreden beri beni sanırım en heyecanlandıran bilgiyi, Amerika'nın 2. Dünya Savaşı'nda ana karasında esir kampları işlettiği ve bu kamplarda yüz binlerce Alman savaş esiri tutulduğu bilgisini, bu program sayesinde öğrendim. Bu yüzden kendimi borçlu hissediyor ve reklamlarını yapmadan geçemiyorum.

Şeytan Arabası
Bir bisiklet podcasti daha. Yalnız bu seferki hem görece uzun bir süredir düzenli bir şekilde yayınlanıyor, hem de bisiklete sadece spor yönünden bakmıyor. Kendileri programı "bisiklet üzerine, hey yönü ile bisiklet" şeklinde tanımlıyorlar. Program Açık Radyo'da yayınlanıyor ve Esra Ertan, Aydan Çelik ikilisi tarafından hazırlanıp, sunuluyor. Ben doğrudan Soundcloud üzerinden takip ettiğim için bağlantı adresi olarak bunu paylaştım. Ayrıca, programların ve notlarının paylaşıldığı bir de blog adresi mevcut.

-Son iki haftadır Selçuk Aydemir'e epey sardım. Her şey, kitabı rafta beklerken bir dizi İşler Güçler ve Üsküdar'a Giderken videosu izlememle başladı. Sonrasında Mahalleden Arkadaşlar isimli kitabı daha fazla ertelemeden okuyayım dedim. O sırada Üsküdar'a Giderken'i de tekrar, baştan sona düzenli bir şekilde izleyeyim dedim. Kitap bitti. Dizi bitmek üzere. Arada İşler Güçler videolarına bakmaya da devam.

Selçuk Aydemir, Mahalleden Arkadaşlar, İstanbul: Sayfa6 Yayınları, 2015
Burada şu notları düşmekte de fayda var sanırım:
  • Kitabın edebi olarak pek bir iddiası yoktur herhalde. Zaten pek düzgün bir yayınevinden (ya da yayın serisinden mi demeliyim) çıkmadığı için hataları bol bir kitap. Ancak Selçuk Aydemir'in, beni çok eğlendiren anlatımını ve hikayelerini sunduğu için ben beğendim eseri.
  • Dizilerle ilgili olarak da durumda bir değişiklik yok.
    Üsküdar'a Giderken > İşler Güçler > Kardeş Payı.
-Silicon Valley adlı dizi bu hafta başından ikinci sezonunu bitirdi.
Burayı okuyan hemen herkesin bileceği üzere, güncel işsizlik durumumdan hemen önce ben de bir tür start-upta çalışıyordum. Bu süreçte çeşitli teknoloji geliştirme alanlarında bulundum ve bu sektörde çalışan insanlarla iletişim kurdum. Dizi bu yüzden ilgi çekici geliyor olabilir bana. İçinde iken, "ekosistem" şemsiyesi altında dalga geçtiğimiz noktalar üzerine kurulu bir komedi dizisi izlemek güzel geliyor herhalde. Neyse 3. sezonun da olacağı kesinleşmiş, en azından bir sezon daha eğlenirim.

-Son olarak yakın zamanda pek çok kişiye önerdiğim ve zevklerine saygı duyduğum kişiler tarafından beğenilmesi ile mutlu olduğum Andrew Marr's History of the World isimli belgeselden bahsedeyim. İlk kez 2012 yılında yayınlanan belgesel bir BBC yapımı. 8 bölümde insanlık tarihin, Afrika'dan yayılmasından 21.yy'a kadar geçen yaklaşık 70.000 yıllık bölümüne hızlı bir bakış atılıyor. Konu seçimleri, dramatik kurgusu ve sunumu ile bence başarılı bir tarih belgeseli, tavsiye ederim.kedi

Pazartesi, Mart 02, 2015

Yaşar Kemal'in ardından

kaynak: Atlas Dergisi
Benim için Türkçe'nin hayattaki en büyük yazarı olagelen Yaşar Kemal, dün ölümü ile bu durumu değiştirdi. Bir süre de olsa aynı anda dünyada bulunduğum için sanırım hep mutluluk duyacağım bir kişi olacak kendisi. Onun ile tanışabilmiş olmayı da çok isterdim. Bu samimiyeti yakıştırmamdaki büyük etken kullandığı dile ve anlattığı konulara duyduğum yakınlık olmalı. Benim de doğup büyüdüğüm topraklardan çıkan iki büyük romancı Kemal'in ikisinin de yazdıklarına büyük yakınlık duymuşumdur. Ama dağın ve dahi öte yüzünün hikayesini de anlatan Yaşar Kemal'in yeri hep başka olacak.

Buna rağmen bugüne kadar yazdığı her şeyi okumamış olmam da benim utancımdır. İnce Memed hakkında benim de bir şey söylememe, eklememe gerek yok zaten. Görece yakın zamanda okuduğum Dağın Öte Yüzü üçlemesi de beni en çok etkileyen eserler listesinde kendine sağlam bir yer edindi. Meşhur eserlerini bir kenara koyarsak 2011 yılında yayımlanan Röportaj Yazarlığında 60 Yıl isimli eseri de tavsiye ederim, kitaplığımın en özel eserlerinden birisidir.

Perşembe, Şubat 12, 2015

Podcast

9 sene kadar önce burada podcast nedir minvalinde bir yazı yazmıştım. Yazının sonunda da konuyla ilgili gelişmeleri paylaşacağımı söylemiştim. Hemen ardından da o sırada takip ettiğim podcastleri yine burada listelemiştim. O günden bu yana konu ile ilgili herhangi bir güncelleme yapmadım. Aradan geçen sürede iTunes kullanma alışkanlığımda ciddi bir gerileme oldu. Ancak hala podcast dinliyorum. Hatta görece sık koşma fırsatı bulduğum son iki yılda podcast dinleme süremde ciddi bir artış olduğunu da söyleyebiliriz. Bu bilgilerin ışığında şu aralar ilgimi çeken, takip ettiğim podcastlerden bir kısmını listelemek niyetindeyim. Buyurun:


Hello Internet: CGP Grey ile youtube kariyerinin de başlangıcı olan o meşhur Birleşik Krallığı videosu sayesinde tanıştım. Bu videonun üzerinden bir kaç yıl geçtikten sonra, kendi gibi youtube üzerinden eğitici videolar yayınlayan Brady Haran ile bir podcast yapmaya başladılar. İki arkadaşın karşılıklı sohbeti şeklinde kaydettikleri podcastleri o günden bu yana, dinlemekten en çok keyif aldığım şeyler listesinde sağlam bir yere sahip. Programda, youtube problemlerinden dil eğitimi gerekliliğine, copyrighttan Hobbit'e, fontlardan kelime önerilerine, hemen her şeyden bahsediyorlar. Hatta görece düzenli bir uçak kazaları köşesi bile var. 10 bölümlük bir deneme sezonu olarak başlayan podcast geçtiğimiz hafta 3. sezonunu bitirdi. Umarım yeni sezonlar ile devam edecek.

Hardtalk: İlk zamanlardan beri podcast klasörümde önemli bir yeri BBC yayınları kaplıyor. Bunlar arasından ön plana gelen ise kesinlikle Hardtalk. Program, tek sunucu, tek konuk, soru&cevap şeklinde bir formata sahip. Programda genelde tartışmalı konularda, konukları zorlayan sorulara ısrarcı bir şekilde cevap aranıyor. Sorulan soruların kalitesi ve konuklar hakkında yapılan ön araştırmaların derinliği genellikle beni etkiliyor. Doğup büyüdüğüm ülkede pek alışılmadık bir konsept olduğunu düşündüğüm için de olabilir tabii bu.

Intelligence Squared: Münazara ve tartışma podcasti. Aynı isimde düzenlenen etkinliklerin kayıtlarından hazırlanıyor. İngiltere menşeli programın oturumları Amerika'da, Hong Kong'da, Avustralya'da, Yunanistan'da ve Şili'de de düzenleniyor. Her hafta cuma günü yeni bir bölüm yayınlıyorlar. Tartışmanın insanın geliştirdiği en önemli iletişim kanalı olduğunu düşünen biri olarak, programı beğeni ile takip ediyorum.

Intelligence Squared US: Intelligence Squared'in Amerikan edisyonu. NPR tarafından yayınlanıyor. Orijinal programdan farklı olarak sadece Oxford sitili münazaralara yer veriyor. Diğer türlerdeki entelektüel tartışma ve konuşmalar programda yer almıyor. Orijinal programda da münazaraları daha çok beğendiğim için benim için tercih edilebilecek bir durum bu.

Koşturmaca: Listedeki iki adet yerli podcastten daha düzenli olanı. Program, adının da işaret ettiği üzere, koşu ve ilgili sporlardan (triatlon, vb.) bahsediyor. Kısa mesafe, sprint tarzı koşular dışında hemen her tür koşudan bahsediliyor programda, maraton, ultra-maraton, uzun mesafe arazi koşuları, vs. İki kişinin sohbeti şeklinden hazırlanan programın sunucuları Mert Derman ve Ilgaz Kuruyazıcı'nın kişisel bloglarının da bağlantılarını burada paylaşmış olayım.

Bisiklet Sporu: Listedeki iki yerli podcast de spor odaklı yayınlar. Zaten birini diğerinden duymuştum ama hangisi hangisindendi tam hatırlamıyorum. Bisiklet Sporu'nu Koşturmaca'da duymuş olma olasılığım yüksek. Bisiklet Sporu da Koşturmaca gibi iki kişinin sohbeti şeklinde bir sunuma sahip. Yol bisikleti ve yarışlarına olan ilgi memlekette son yıllarda hızla artıyor. Artan ilgiyi karşılayacak kaynaklardan biri de bence bu podcast idi. Umarım bir ara yeni bir bölüm yayınlarlar. O zamana kadar, dinlemek isteyenler için kaydedilmiş 33 bölüm mevcut.

Nobel Prize Talks: Nobel ödülü kazanmış insanlarla yapılan mülakatların yayınlandığı resmi podcast dizisi. Her biri kendi alanında verilen en saygın ödül ile mükafatlandırılmış farklı disiplinlerden konukların, ödül almalarını sağlayan başarılarından bahsetmelerini dinlemek, genel olarak bakış açıları hakkında kısmi bilgi sahibi olmak ve kişisel tarihleri hakkında bir şeyler öğrenmek benim açımdan keyif verici bir etkinlik. Podcastin tek olumsuz yönü, düzensiz yayınlanması.

Nature Podcast: En köklü ve saygın bilimsel dergilerden Nature'nin "popüler bilim podcasti nasıl yapılır" sorusuna cevap verircesine hazırlayıp yayınladığı seri. Her hafta bilim-teknoloji haberlerinden başlıklar, derlemeler ve ilgili konularda uzmanlarla yapılan mülakatlar ile zengin bir içerik sağlıyor. Bunun yanında çeşitli farklı köşeler ile ilgiyi canlı tutması da başarılı. Extras başlığı altında toplanan bu köşelerden Futures her ay bir kısa bilim kurgu hikayesinin okunduğu bir bölüm. Backchat ise program editörlerinin yuvarlak masa sohbeti şeklinde çeşitli başlıkları tartışmalarını içeriyor.

99% Invisible: Podcast dünyasının bu çok meşhur üyesinden, bir yıl kadar önce Kaki King'in bir tweeti sayesinde haberdar olmuştum. Ondan sonra bölümlerini ara ara dinledim. Böyle bir yazı yazma fikri aklıma gelince "bir iki podcaste daha bakayım bari" arayışında düzenli olarak takip etmeye başladım. Tasarım odaklı, ilgi çekici içerikler üreten haftalık bir program. PRX (Public Radio Exchange) adlı bir platform tarafından yayınlanıyor. Bu platformun hikaye bazlı çeşitli radyo programlarını derlediği Radiotopia isimli bir oluşumu oldu yakın zamanda. 99% Invisible'ın da yer aldığı bu listedeki diğer yayınları daha dinleme fırsatı bulamadım ama ilgilenmeye değebilir.

Serial: Podcast dünyasının süper starı. Yakın zaman önce Hasan bahsedince haberdar oldum kendisinden. O günden bu yana podcast ile ilgili baktığım hemen her yerde gördüm kendisini. Bir hikayenin haftadan haftaya anlatılması şeklinde devam eden bir podcast. Dizi şeklinde olması ile pek çok podcastten ayrılıyor. Bir başka PRX programı olan This American Life'ın yapımcılarından Sarah Koenig tarafından hazırlanan programın ilk sezonu, 15 yıl önce gerçekleşmiş bir cinayetin tekrar gözden geçirilmesi şeklinde özetlenebilir. Hikaye anlatımı, sanık ve tanık ifadelerinin üzerinden gitmek, yeni kanıtlar bulmaya çalışmak, ilgili kişilerle tekrar görüşmek, vb. pek çok öge ile sürükleyiciliğini sağlıyor. Serinin, bahsettiğim olayı anlatan ilk sezonu bitti. Yapılan bir destek kampanyası ile başka bir hikayenin anlatılacağı ikinci sezonunu da garantilendi. Serial ilgi çekici bir podcast ve dinlerseniz yorumlarınızı duymak isterim. İkinci sezonu gelene kadar da buradan aldığım hız ile This American Life'a da bakacağım sanırım.

Benden şimdilik bu kadar. Sizin de takip ettiğiniz, ilginizi çeken podcastler var ise duymak isterim.

Not: Spotify'a podcast gelmesini heyecanla bekliyorum.kedi

Pazar, Şubat 01, 2015

The Hobbit: The Battle of the Five Armies ya da Peter Jackson Sineması Üzerine

Sinema Yazarları Derneği (SİYAD) 2014 yılının en iyi yabancı filmleri adında 20 filmden oluşan bir liste yayınlamış. Bu listede başlıkta adı geçen film 20. sıradan kendisine yer bulmuş. Sinema kültürü, görgüsü pek gelişkin olmayan, işin tekniğinden bihaber bir seyirciyim. Ancak 2014'te seyrettiğim açık ara en kötü yapımın bu listede yer almasını çok garipsedim. Benim bu film özelinden başlayarak Peter Jackson'un Orta Dünya macerası ile ilgili görüşlerim şöyledir:

Öncesinde birkaç not:
  1. Peter Jackson'un The Lord of the Rings serisini beğenmedim. Tüm filmleri birer kez sinemada seyrettim. Sonra birer kez de "extended edition"larını seyrettim. Bir daha da yüzlerine bakmadım.
  2. Sinemada film seyretmeyi severim. Ayrıca ev sineması kavramını hâlâ pek oturtamadığım için sevmenin dışında, bir film izleme yöntemi olarak tercih de ederim. Sinemada izlemeyi tercih ettiğim film türlerinden birisi de efekt yoğun büyük yapımlardır. Kitaplarına bir yakınlığım olmasaydı bile bu iki seri (Hobbit, LOTR) benim için yine de ilgi çekici olacaktı.
  3. Son cümlede de değindiğim üzere dört kitap ile de bir yakınlığım var. Roman okuma mazimde önemli yerleri vardır. Her ne kadar Hobbit'i pek hatırlamasam da kitapları hâlâ elime alıp kurcalama alışkanlığım da var denilebilir.
Bu girizgahın ardından, sonuncusu başta olmak üzere filmlere dönecek olursak, The Hobbit serisinin (beğenmediğim) The Lord of the Rings serisini mumla arattığını düşündüğümü söyleyerek söze başlamalıyım. The Hobbit serisinin son filmine de bundan önceki beş filmde olduğu gibi, vizyona girdiği akşam gittim. Bundan önceki üç filmde olduğu gibi, büyük ölçüde görev bilinci ile yaptım bu işi. Ve son iki filmin üzerine, herhangi bir beklenti içinde olmadan gittim sinemaya. Buna rağmen filmi utanç verici seviyede kötü buldum. Sinema salonunda pek çok sahnede "artık bu kadar da olamaz" söylemime kahkahalarım eşlik etti. Çıkışından itibaren yaptığım yorumlarda da bu çizgide, filmi, bir komedi filmi olarak adlandırdım. Şimdi bu son film özelinden başlayarak rahatsızlığımı dile getirmek istiyorum.

Kitap uyarlaması olan filmlerin, kitap metinlerine sadık kalmamasını tercih eden biri değilimdir. Teknik zorluklardan doğan engelleri aşmak için yapılan ya da sinema anlatımına daha uygun hale getirmek için yapılan değişiklikleri pek tabii ki makul karşılıyorum. Ama bunların ötesindeki değişiklikleri büyük cesaret ve beceri gerektiren bir alan olarak görüyorum. Bu alanda çok başarılı örnekler olduğunun farkındayım. Ancak bu riskin hakkını vermeden, keyfi değişiklikler yapıp, kitabın kendi anlatısı ile çelişilmesi durumuna karşı pek toleranslı değilimdir. Yeri geldiğinde bahsedeceğim üzere The Lord of the Rings serisi ile yaşadığım sorunun temelinde bu durum var. Ama The Hobbit için aynısını söyleyemeyeceğim. Bu serinin filmleri kitaba sadık kalma konusundan bağımsız olarak epey kötüler ve son film çıtayı daha da aşağıya çekmeyi zor da olsa başarıyor.

Film serisinin genelinde gördüğüm ciddiyet seviyesini oturtamama sorunu bu filmde daha da ön plana çıkıyor. Romanın kendisi bütün Orta Dünya literatürünün ilk eseri olması ve içinde Yüzüklerin Efendisi hikâyesinin anahtar olayını barındırması nedeniyle ciddiyetle karşılansa da daha masalsı bir kurgu ve anlatıma sahiptir. Bu durumun tezahürü olarak düşündüğüm, önceki seriye göre daha karikatürize duran cüce görselleri ile ilk karşılaştığımda mutlu olmuştum. Ama filmleri izlemeye başladıktan sonra bu konuda bir tutarlılığın yakalanmadığını gördüm. Bu filmde de bir yandan savaş, gerilim, aşk, vb. unsurlarla çok ciddi bir üslup yakalanmaya çalışılırken, bir yandan da yıkılan köprüde düşen taşlarda hoplayıp, zıplayan bir karakter ile çizgi filmlerden fizik dersi alıyor ve surları kafası ile delen trol bir sonraki karede kafasından kuşlar uçacakmışçasına karikatürize bir şekilde devriliyor.

Ben bu sürüncemede kalma durumunu yönetmenin neyi, niye anlattığına dair bir fikri olmamasına bağlıyorum. Bu iddia kimilerine göre çok abartılı ve ağır olabilir ancak klasik hikâye formunda geliştirilen bir anlatımın sonunun bu derece açık bırakılmasını başka türlü açıklayamıyorum. İlk iki filmde (ki bu yaklaşık altı saatlik bir süreye denk geliyor) yarattığı gerilimi (kendince epik) bir savaş sahnesi ile çözümlemeye çalışan yönetmen, savaşın sonunda ne olduğuna dair tek bir söz söyleme ihtiyacı bile hissetmemiş. Bu bence makul karşılanabilecek bir durum değil.

The Lord of the Rings serisini seyrettikten sonra Peter Jackson'un kötü bir hikâye anlatıcısı olduğuna kanaat getirmiştim. Ama The Hobbit'te kötü dahi olsa bir hikâye anlatımı yok. Bunun yerine gişede sonuç getireceği düşünülen ögelerin herhangi bir düzen gözetmeksizin bir araya getirildiği bir yığın var. Bu ögeleri örneklemek gerekirse:
  • Etkileyici görsel unsurlar: Tolkien eserleri bu açıdan çok zengin eserlerdir. Sadece Alan Lee'nin çizimleri bile bunu göstermek için yeterlidir kanımca. Yüzüklerin Efendisi serisinin uyarlamalarının bu kadar çok seyirciye hitap etmesinde bu görsel zenginliğin payı yadsınamaz. Ama bu sefer, bu içerik bile yönetmene yetmemiş ki sadece görsellik uyguna ilginç eklemeler yapabilmiş. Mesela serinin ilk filminde gün ışığında taşa dönüşmeleri ile ilgili bir kurgu kullandığı trolleri savaş sahnelerinde gün ışığında saldırtmaktan çekinmemiş. Veya bir önceki film serisinde ciddi bir gerilim ögesi olarak kullanacağı dokuzların yenildiği bir dövüş sahnesi çekmekten de çekinmemiş. Ya da sadece bir karede kullanmak için dev toprak kurtları yaratmakta beyis görmemiş. Öyle ki bu dev solucanlardan daha önce bahsedilmediği gibi, ortaya çıktıktan sonra ne yaptıklarına dair en ufak bir ipucu yok. Sadece etkileyici bir kare yaratabilmek için dev, tanrısal yaratıklar ekle ve sonra bunları hikâyede unut.
  • Meşhur yüzler: Martin Freeman bence Bilbo karakteri için çok doğru bir seçim. Ama anladığım kadarıyla, oyunculuğundan öte son dönemde yakaladığı şöhret için Benedict Cumberbatch ile paket olarak dahil edilmiş kadroya. Kendisinden bu derece az yararlanılmasını başka türlü açıklayamıyorum. Bunun yanında filmde (güzel) kadın yok diye yaratılmış bir karakter ile deriye eklemlenen Evangeline Lilly de insanların görmek isteyecekleri bir yüz olarak kadroda yerini almış gibi. Ama bu konuda en öne çıkan oyuncu Orlando Bloom. Hikâyenin geçtiği zaman ve coğrafyada eski seriden eklenebilecek karakter olarak Legolas'ın düşünülmesi doğal. Ancak daha önce çizilen karakter özellikleri ile herhangi bir tutarlılığı olmayan, (türünün zamanla değişimi çok yavaş olduğu için) ihmal edilebilecek kadar genç olmasına rağmen önceki tasvirine göre çok daha ciddi ve olgun bir tavır ile seriye dahil olması karakterin kendinden çok, oynayan yüzün seriye dahil edilmiş olması olarak algılanıyor benim tarafımdan.  
  • Popüler yan kurgular: Bu önceki iki başlığın birleşimi gibi bir nokta sanırım. Mesela Hobbit'in hikâyesi yeterince ağır değil, o zaman içine (az Silmarillion destekli) daha çok Sauron katalım. Yetmemiş gibi bu yan hikâyeyi de Orta Dünya'da seyircinin ismini bildiği tüm büyük karakterleri, dokuzların da varlığında dövüştürerek sonlandıralım. Bundan da kötü örnek "aşk satar" sıkıştırması ile hikâyeye sokulan elf prensi, köylü elf, cüce aşk üçgeni idi. Kaldı ki bu yan hikâye de "-eğer bu aşk ise neden bu kadar çok acıtıyor? +çünkü gerçekti" şeklide sinema tarihinin utanç sayfalarında yerini alacak bir diyalogla sonlanarak layığını buldu.
Gişede başarısız olmaya tahammülü olmayan bu derece büyük bir yapımda yukarıda sıraladığım parçaların olmasının doğal olduğunun farkındayım. Benim takıldığım nokta filmin sadece bu parçalardan oluşuyor olması. Bu gişe merkezcilik konusunda tartışılan bir konu önceden iki film olacağı açıklanan serinin son dakikada üç film olarak yeniden kurgulanması idi. Bu noktada baskının stüdyodan geldiği savunuldu. Başta makul bir iddia olmakla birlikte toplam uzunluğu beş buçuk saatin üzerinde olan ikinci ve üçüncü bölümlerde sıkıntıdan ölme tehlikesi geçirdikten sonra "üç saatlik iki film olarak tasarlanmış seri, iki saatlik üç film neden olamadı" diye sormadan edemedim. Konudaki güncel tahminim Peter Jackson'un, küçük yapımcısı olduğu serinin üç film olması teklifini, kendi getirmediyse, satılabilir olduğunu düşündüğü bütün görüntüleri sıkıştırabileceği üç saat daha çıktığı düşüncesi ile sıcak karşıladığı, desteklediği yönünde. Bu kararın herhangi bir yerinde hikâye anlatımı ile ilgili bir kaygının yer aldığını düşünmüyorum.

Bu tablo beklediğimden (çok) daha kötü olsa da aslında çok şaşırtıcı olmamalı. The Lord of the Rings serisinde eline çok büyük olanaklar ve kusursuz bir hikâye verilen tanınmamış yönetmenin tüm cüretkârlığına rağmen öz ya da kendisine duyulan güven eksikliğinden kitabı bu derecede tahrip edememişti. Hoş insanların çağının başlangıcını anlatan hikâyede, yalnızca insanların savaştığı ve kazandığı muharebelere fırsat bulduğu yerde elfleri ve hayaletleri karıştıran birinin esere ne kadar az zarar verdiği de ayrıca tartışılmalı bence. Ama kabul etmek gerekir ki sonuç bu kadar utanç verici değildi. Fakat bu sonucun yaklaşık üç milyar dolarlık bir gişe hasılatı ve pek çok saygın ödül olarak geri dönmesi, az tanınan yönetmeni bir anda usta yönetmen kategorisine taşıdı. Bu da bana göre Peter Jackson'a duyulan güven ile birlikte, yönetmenin öz güvenini de dramatik bir şekilde arttırdı ve nihayetinde The Hobbit gibi bir sonuçla karşılaştık. Aldığım biletlerle bu sonucun gelişmesinde katkım olduğu için bir miktar suçluluk da duyuyorum. Hobbit'den sonra, Silmarillion da çekse (şükürler olsun ki Christopher Tolkien bu fikre sıcak bakmıyormuş) herhangi bir Peter Jackson filmine gitmeyi düşünmüyorum. Geç verilmiş bu kararın Tenten'in devam filmi dışında bir sorun çıkarmayacağını ümit ediyorum. 

IMDb notlarım:

  • The Lord of the Rings: The Fellowship of the Ring - 6/10
  • The Lord of the Rings: The Two Towers - 5/10
  • The Lord of the Rings: The Return of the King - 4/10
  • The Hobbit: An Unexpected Journey - 5/10
  • The Hobbit: The Desolation of Smaug - 3/10
  • The Hobbit: The Battle of the Five Armies - 2/10

Konu ile ilgili ek okuma (bağlantılar İngilizce'dir):