Perşembe, Aralık 31, 2009

Yeni yıl yazısı

Bugün eve dönerken caddeyi geçip, sokağa girdikten sonra sırasıyla, ağaçlar tarafından perdelenen sokak lambasının ışığı altında gazete okumaya çalışan kağıt toplayıcısı çocuk, köpek gezdiren kokoş bir kızla, onunla hahara hahari muhabbeti yapan evli genç, duvar üzerinde gizli gizli sigara içen ergen kızlar, akşamın karanlığında hala eşya taşıyan bir hamal ve bir kedi gördüm.
Bu tabloyu ve tablo içinde tabaka tabaka ayrı görünen insanları görünce ilk tepkim "Getirin Kapital'i, getirin Komünist Manifesto'yu" demek olmuştu. Ama 17 Aralık akşamı gerçekleşen, bu aşırı duygusal ve çokça salakça gözüken tepkiyi vermeme sebep olan olaydan 10 gün sonra, 27 Aralık günü ntvmsnbc internet sayfasında "Çöpte Dostoyevski" isimli altta bağlantısını verdiğim videoyu görünce bir nebze olsun dinginleştim.
Hepinize sağlık ve mutluluk dolu bir yeni yıl dilerim.

Video için: http://video.ntvmsnbc.com/#v228102172175246239000044243179049210109251063169

Perşembe, Kasım 19, 2009

Güncel internet sosyal ortamlar üzerine bir not (a.k.a. I'm Back!)

Az önce yayınladığım yazı ile ondan önce yayınladığım son yazı arasında 80 günlük bir zaman var. Daha önce bir kaç kez belirttiğim üzere ben bu bloga, elimden geldiğince, ayda en az bir yazı yazmaya çalışıyorum. Daha doğrusu çalışıyordum ama bu çabam bir kesintiye uğradı. Bu kesintinin sizinle paylaşılacabilecek, yeni bir (sevinçli/üzücü) sebebi olmasını isterdim. Ancak herhalde benim üşengeçliğimden başka elle tutulur bir sebep yok ortada. Konu bulmakla ilgili çok sorun yaşamadım ama bunları yazıya dökmek zor geldi. Bir çok kişinin benimle dalga geçmek için kullandığı kalıbı tekrar kullanmak gerekirse, "draft kutumda bekleyen" bunun dışında 3 yazı daha vardı. Ama bir türlü oturup, uzun uzun yazmaya fırsat bulamadım. Aslında bunun bir sebebi de hızlıca paylaşabileceğim içerikleri başka bir sosyal ortam üzerinden paylaşmaya başlamış olamam olabilir. Evet, tahmin edilebileceği üzere twitter'dan bahsediyorum ve bu vesileyle yazıyı, başlığa alakalı sulara sokuyorum.
Son bir iki aydır twitter Türkiye'yi de kasıp kavuruyor. Benim bile bir süreliğine blogumu aldatmama sebep olan bu siteden yola çıkarak, güncel sosyal internet ortamları hakkında bir iki not düşmek istiyorum:

-twitter artık Türkiye'de de meşhur. Obama'nın kampanyası ile ilk kez geniş alanlarda duyuldu ama İran'daki muhalefet hareketiliği sırasında dünyanın kalanı gibi Türkiye'de de meşhur oldu. Ve tüm dünyada olduğu gibi Türkiye'de de etkin bir haber kaynağı ve ünlü figürlerin insanileştiği bir ortam olarak, etkinliği her geçen gün artıyor.
-facebook'un friendfeed'i satın alması, friendfeed açısından iyi bir reklam oldu. Ama bence çok arada kalmış bir ürün olduğu için istediği ilgiyi göremiyor friendfeed. Zaten adım adım facebook'a entegre olduğuna göre ciddi bir gelecek beklememek lazım bence bu siteden.
-Google Wave önizleme olarak geldi. Ama hem kullanıcı sayısının çok kısıtlı olması, hem netbook gibi zayıf sistemler zorlaması, hem de eklentilerin ve özelliklerinin tam oturmamış olması bence beklenilenden daha zayıf bir etki yaratmasına sebep oldu. Hoş ben hala günde en az bir kez bakıyorum "ne var, ne yok" diye.
-LinkedIn, Xing gibi profosyonel sosyal ortamların da yükselişi sürüyor. Bu akımda da yerelleşme başladı. En son Doğan, geçen günlerde bu tarz bir internet sitesini (BizeBiz.com) yayına soktu.
-İçerik üretim hızı katlandı. Hem küçük (microblogging, bookmarking, vb.) ölçüde hem de büyük (blogging, video publishing, podcasting, vb.) ölçüde daha fazla içerik üretiliyor.
-Artan içerik üretim hızı ister istemez yanında hızlı tüketimi ve bilgi kirliliğini getiriyor. Bu noktada, bunların indexlenmesi yeni iş grubunu oluşturuyor. Bu konuda uzman olan Google'ın liderliğine bir müddet daha kimse dokunamaz. Ancak News Media'ın yaptığı gibi ürettikleri paralı içeriği Google'dan saklamak gibi bir trend yükselirse, o zaman dengeler değişebilir.
-Tabi bütün bu durum notlarının yanına, Türkiye'de hala youtube, myspace, last.fm gibi en büyük audio&video sosyal ortamlarına erişimin yasak olduğunu belirtmezem ayıp olur. Google kesilen son vergi cezasından ve bu cezayı takip eden yorumlardan sonra, devletin bu yasaklarda neden bu kadar ısrarcı olduğunu tekrar tekrar sorguluyorum.


Notlar yazının girişine göre biraz kısa kaldı galiba ama görece uzun bir aradan sonra biçim/içerik konusunda böyle sorunlar yaşanabileceği kanısındayım. Bundan sonraki bir iki yazının daha okunası konularda olacağını düşündüğüm için, bu yazılarda aşarım gibi geliyor bu sorunları. Bu arada saat 03:30'a geliyor. Bu da saçmalama hızımı açıklamak için iyi bir sebep olabilir aslında. Olabildiğince boş bir yazı daha paylaştığıma göre artık uyuyabilirim. Bugün saat 13:30 da gireceğim sınav için başarı temennilerinizi de kabul edebilirim tabi.

Hangisi?

İlgilendiğim blogları takip etmek için Google Reader kullandığımdan muhakkak daha önce bahsetmişimdir. Sıklıkla kullandığım bilgisayar klasörleri ve programlar, beni günlük yaşantımdan tanıyanları şaşırtacak şekilde -bana göre- gayet düzenlidirler. Bunun bir örneği olarak da takip ettiğim blogları çeşitli klasörlerde toplamış olamam verilebilir. Arkadaşlar, blogFL, blogAvcısı, blogT, Genel, Müzik, Spor, vb gibi isimleri var bu klasörlerin. Tanıdığım insanların yazdıkları blogları adı geçen ilk iki klasör altında topluyorum genel olarak. Birincisi isminin de yeterince iyi anlattığı şekilde her gün görüştüğüm arkadaşlarımın tuttukları blogları düzenliyor. Diğeri de -yine, bence ismi içeriğini yeterince iyi anlatsa da- kullanılan kısaltmayı tanımayanlar için FL'nin "Fen Lisesi"ni ifade ettiğini belirteyim. Burada -mezunu olduğumu herhalde her fırsatta belirttiğim- İzmir Fen Lisesi mezunlarının tuttukları blogları bulunduruyorum. Google Reader kullananlar bilirler, bu uygulama da klasörler etiket gibidir. Takip edilen bir içeriği birden fazla klasöre ekleyebilirsiniz bu sayede. Ben reader klasörlerini kullanmaya ilk başladığım sıralarda, bir ya da iki içerik dışında Arkadaşlar ve blogFL kalsörlerimin içerikleri aynı idi. Daha doğrusu blogFL kalsörüm, Arkadaşlar klasörümün alt kümesi idi. Bunun doğal bir sonucu olarak bu iki klasördeki okunmamış mesaj sayıları (artı, eksi bir) aynı olurdu. Sonra, zamanın ilerlemesi ve bu güncel medya biçimini kullanan kişi sayısının çevremde artması ile bu iki klasörün içerikleri ayrışmaya başladılar. Bu günlerde bu ayrışım daha iyi görünüyor. Her ne kadar sayıları daha az kalmış olsa da blogFL üyeleri daha çok ürün verdikleri için, iki klasörün okunmamışları sayısı yine yakın seyrediyordu. Ancak son dönemde Benimki dahil olmak üzere İFL bloglarından fazla ses çıkmıyor. Ancak "Arkadaşlar"ım yazmada hız kesmediler ve önüme şimdi sizinle paylaşacağım Arkadaşlar (11), blogFL (1) görüntüsü ortaya çıktı. Zaman ilerliyor; çevrelerimiz ve çevremizdekiler kaçınılmaz bir şekilde değişiyor.

______________________________ya da________________________________



Eskiden bu ikisi kafa kafaya giderlerdi.
Değişim kaçınılmaz ve hızlı.


Gizli not: Bunu benim hatırlatmama gerek yok ama "ikisi de değil" de bir seçenek tabi.

Cuma, Ağustos 28, 2009

28.08.2009

-Bu yazıyı, şu anda Ankara'dan Adana'ya doğru seyretmekte olan bir otobüsten yazıyorum. Ne zamandır kullanmak istediğim bu hizmeti gerekli şartların sağlanması ile nihayet kullanma fırsatı buldum. Benim gibi biri için çok güzel bir hizmet olduğunu belirtmeme gerek yok herhalde ama bunun ötesinde kablosuz internet teknolojilerinin ciddi gelişmeler (bizde 3G, elde LTE, WiMAX) sağladığı dönemde gerekli olarak yorumlanabilecek, yerinde bir uygulama. Benim kullandığım hizmet biraz yavaş ama en azından e-postalarımı kontrol ediyor ve bu yazıyı sizinle paylaşabiliyorum. Bu seviyede bağlantının çokluortam uygulamarına hitap etmesi pek beklenemezdi zaten ama önümüzdeki sene(ler) içinde hız ve bant genişliği artar diye tahmin ediyorum. Kendimi de bu hizmeti kullanmak için biraz geç kalmış hissediyorum.
-Yukarıda belirttiğim sağlanan şartlardan biri çokça mobil olan bir internet aletine kavuşmuş olmam. İnternete kablosuz ağ bağlantısıyla bağlı olmasına rağmen az önce %94 pil doluluğunda çalışma süresini 7 saat olarak hesaplıyordu. Bu aleti de sevdim ama ürünlerin yeni yeni oturduğunu düşündüğüm bu pazarda bir alet edinmek için geç kaldığımı düşünmüyorum. Android'in uyarlanma çalışmaları, Intel'in Moblin'i, Windows 7'nin Netbook sürümünün çıkacak olması gibi yazılım dünyasınan gelen haberler ve dünyanın en büyük cep telefonu üreticisi Nokia'nın Booklet 3G'yi duyurması, her fırsatta Apple'nin bir netbook çıkaracağı haberinin duyurulması gibi donanım üreticilerinden gelen haberler bu pazarın daha bir müddet daha gündemde kalacağının sinyallerini veriyor zaten.
-Adının Karacaoğlu olduğunu zannettiğim ve bildiğim kadaıyla Emek 4. Cadde'de ve Cepa'da şubeleri olan kebapçının Cepa şubesine gittik dün akşam (yaklaşık olarak iftar vakiinde). Ciddi bir süredr karşılaştığım en özensiz yemek hazırlama ve en başarısız servisle karşılaştım. Çiğ geldiği için geri gönderdiğimiz İnegöl Köftesini yüzünü dağlayıp geri getiren ve bir özrü dahi çok gören bu kalitesiz (benim yediğim beyti göz önünde bulunursa 3. sınıf) kebapçıya bir daha gideceğimi zannetmiyorum. Çok kolay beğene biri olmayabilirim ama bunca zamandır bu blogda buna benzer hiçbir şey yazmadığımı göz önünde bulundurup, o mekana gitmeyi düşündüğünüzde, ikinci bir düşünme seansı yaşamanızı tavsiye ederim.
-Bu aralar Dream Theater'den Space-Dye Vest, Tool'dan 10,000 Days (Wings Part 2), Barış Manço'dan Al Beni ve Michael Jackson'dan Give in to Me şarkılarını dinliyorum.
-Bu aralar Ruşen Çakır'dan Ayet ve Slogan'ı ve J.P. Donleavy'den Zencefil Adam'ı okuyorum.
-Mushishi'yi bitirdim, One Piece'de 106'dayım.
-Yukarıdaki bağlantılardan da anlayabileceğiniz üzere fizy'yi çok kullanıyorum.
-Tez çalışmalarım hala durağan ama bu yolculuğun dönüşünde kısa süreli de olsa bir ivme kazanacağına dair bir inancım var. (Bilimsel çalışmaya dair inanç taşımak ne güzel bir zihin karmaşasıdır.)
-Bu yaz bitmeden bir yaz yazısı yazabileceğime dair son beklentimi, Adana'da geçireceğim üç sıcak güne saklıyorum. Zaten Anneannem de hastanedeymiş, yeterince karamsar, olabildiğince gerçek bir yazı gelebilir.
-Son olarak bu blogun laikliğine zarar verecek bir açılım yapalım ve herkese hayırlı Ramazan'lar dileyelim. (Böylece hem "biz de açılım yapmadık" diye içimizde kalmaz, hem bu sıradan espri kervanına biz de katılmış oluruz,. hem de bu parantez sayesinde, yaptığımız espriyi açıklayacak kadar vahim durumda olduğumuzu burayı okuyabilenlere gösteririz.)

Cuma, Ağustos 21, 2009

Google Wave geliyor.


Google Wave, internet üzerinden iletişimin güncel olarak almaya başladığı şeklin, bütünleşik bir şekilde internet kullanıcılarına sunulan son ürünü. Google bu uygulamasını yeni e-posta tanımı olarak adlandırıyor. (Videodaki konuşmadan çevirmek gerekirse "e-posta bugün icat edilse nasıl olurdu" sorusuna cevap veriyor.)
Ben şahsen bu uygulamayı Facebook'un mesajlaşma özelliğine benzetiyorum. Mesajlara istediğimiz gibi çokluortam ögeleri ekleyip, bunlar hakkında çoklu mesajlaşmalar (thread) yapabilmek temel özellik. Ama bunu yaparken kullandığın arayüzün kolaylığı ve işlevselliği, bu temel yanında gelen, anında mesajlaşma, mesajın bir bölümüne cevap yazma ve threaad içinde özel mesaj gönderme gibi bazı küçük eklentiler Wave'yi çok kullanılası kılıyor. Ayrıca bu uygulama dahilinde kullanıcıların birlikte küçük online oyunlar oynamaları gibi sosyal platformlarda karşılaşılan özellikler de bulunuyor. Bütün bunların ötesinde kaynak kodunun açık olması sayesinde sürekli eklenecek yeni özellikler bu platformu sürekli kılacak gibi görünüyor.
Bu, Wave'yi çok iyi tanıtan ve yapabileceklerini olabildiğince gösteren videoyu, bugün webrazzi'de okuduğum, Google Wave'nin 30 Eylül itibariyle 100.000 kişi ile son kullanıcı testine başlayacağını duyuran haberdeki linki takip ederek buldum. Sonra paylaşmaya karar verdikten sonra, altına yazacaklarıma destek olacak bir kaç bağlantı bulmak için Google Reader'i karıştırırken, Google 10. yıl kutlamaları kapsamında sosyal internetin gelceğine dair saptamalar yapılan, bu resmi blog iletisini gördüm. Videoda da Wave üzerinde iki senedir çalışıldığından bahsediliyor ve bu yazıdan anaşıldığı kadarıyla bir sene önce ürünün ana hatlarının ne olacağı belliymiş. Benim gördüğüm ilk Wave duyurusu da bu bağantıda.
Benim gibi Facebook'un en çok çoklu mesajlaşma özelliğini kullanan birinin heyecanla yazdığı bu bölük pörçük yazının sonucu olarak da şu belirtilebilir ki Google yine internet alışkanlıklarımızı şekillendirecek gibi görünüyor.

Cuma, Temmuz 31, 2009

Benim hikayem (!)

Elimden geldiğince, ayda en az bir yazı yazmaya çalışıyorum bu bloga. Temmuz ayı için de yazılabilecek bir kaç şey düşündüm ama üşengeçliğim her zamanki gibi ağır bastı. Aslında bu sefer üşengeçliğimin yanında bilgisayarımın nihayet ölmesi ve yeni bir eve taşınmamız gibi iki önemli sebep daha var yazılara bakamamamda ama -ilginç bir şekilde- bu sefer bahaneler ardına saklanmak istemiyorum.
Bu girişten sonra, bu ay yine de kayda değer bir şeyler paylaşabileceğimi düşündüğüm bir yazı sunacağımı belirterek devam etmek istiyorum. Bir yılı aşkın bir süre önce, mezuniyetimle aramda kalan son staj döneminde yazdığımı hatırladığım bu yazıyı, blogumun bir kaç okurundan en az biri daha önce görmüştü/okumuştu. Ona, o zaman belirttiğim üzere bu yazının bu blogda paylaşılması kaçınılmazdı ama yazılmasını gerektiren olayların hemen üzerine yayınlamayı ben pek uygun bulmamıştım. Ama artık zamanlamayla ilgili bir sorunum kalmadığını düşünüyorum. Kaldı ki varlığından bahsettiğim olayların yaşanmasında bir nebze etkisi olan blog okuruma da kendi tarzımda "görüşmek üzere" demek istiyorum.
Bundan sonrası 25.01.2008 tarihli "Özgüven kaybının, felaket olarak nitelendirilmesi hakkında bilgilendirici yazı" başlıklı yazımın hiç bir düzeltme yapılmadan sunumudur:
Bir gün, hayatımı roman şeklinde kurgulanmış bir hikaye seçkisi olarak yazmaya kalkarsam ilk hikayenin ne olacağı, nerede ve ne zaman geçmiş olacağı hakkında en ufak bir fikrim bile yok. Ama ortalama uzunlukta bir hayat yaşar isem, muhtemelen kitabın ilk yarısında yer alacak bir hikayeyi çok iyi biliyorum. Bu hikaye bundan tam bir yıl ve bir ay önce, üniversite hayatımı sürdürdüğüm şehrin, belli bir yerinde başladı. Bir dosta sarf edilmiş sözle dillendirilmiş bu başlangıçtan sonra bir yıl boyunca hikaye dahilinde herhangi bir, ilgi uyandırıcı gelişme yaşanmadı. Aradan geçen bir yıldan sonra, yani bir ay önce hikayemiz başladığı yerde, heyecan ve gerilim dolu bir bölüm yaşadı ve tekrar bölüm sonu yaptı. Bundan sonra hikayenin yeni bölümü gelecek mi, gelirse ne kadar bir aradan sonra, nasıl bir bölüm olacak şeklindeki konular üzerine söyleyecek en ufak bir sözüm bile yok. Ama bu hikayedeki bazı noktalar hakkında bir şeyler söyleyeceğim.
Hemen hemen bütün hikayelerde olduğu gibi, bu hikayenin içinden de sevgi geçer. Hatta merkezine çok yakın bir yerlerden geçer. Bazı hikaye anlatıcıları bu sevginin merkeze değdiğini ve hatta bazıları tam merkezden geçtiğini iddia etse de bu, çok şeyi değiştirmeyeceği için üzerinde fazlaca durulması gereken bir konu değildir. Kaldı ki bu kitapta, merkezinde aşk bulunan en azından bir tane hikaye bulunduğu halde, pek çokları arasında ön plana çıkan bu hikayenin başka özelliklerini incelememiz gerekliliği ortaya çıkar. (Tabi bu başka özelliklerin sevgiyle olan bağları da kurulacaktır.)
Bu noktada, hikayenin merkezine bu kadar yaklaşmışken, buradan devam etmek gayet akılcı olacaktır:
Hikayemizin merkezinde sorgu ve onun da içinde kuşku bulunmaktadır. Hikayemizdeki heyecanı sevgi yaratmış olsa da baskın duygu olan gerilimi merkezin de merkezine yerleşmiş olan kuşku yaratmaktadır. Peki insanı bu denli bir gerginliğe sürükleyecek olan kuşku ne kuşkusudur? Tabi bu sorunun cevabı basittir. En kötü kuşku varlığın hakkında düştüğün kuşkudur; insanın kendinden kuşkulanmasıdır.
Etkileyici ve basit, tekrarlanabilir olması için çok nitelikli olmadığını düşündüğüm bir şeklide açıkladığım kuşkuyu biraz daha açmam gerektiğini düşünebilirsiniz ve bu konuda yüksek ihtimalle haklısınızdır ama ben bundan daha önemli gördüğüm bir yerden, bu kuşkunun sebebinden devam etmek istiyorum. Bunun için, önce sorguya geri dönmeliyiz ve sorgunun tetikleyicisi olan sevgiyi görmeliyiz. Aslına bakılırsa sorgu kitaptaki diğer hikayelerde de kendine yeterince yer bulmuş, hayatımda büyük yer kaplayan bir eylemdir. Hayatı mantık temeline oturtmak adına en sık başvurduğum araçtır. Her daim kendisini ve çevresini sorgulayan biri olarak, sorgunun bu gergin sonuçları (=kuşku) doğurması çok sık görmediğim ama yabancı da olmadığım bir durumdu[r]. Ama burada şunu da belirtmek gerekir ki bu sorguların yarattıkları kuşkuların ilkinden, bahsedilen hikayedeki kuşkuya kadar yarattıkları gerilimler hep artmıştır. Hatta bir noktadan sonra işin içine yer yer korku da girmeye başlamıştır. Peki neredeyse bir rutin olarak değerlendirilebilecek sorgulamaların böyle yıkıcı etkiler yaratmasındaki mekanizma açıkça tanımlanmış mıydı? Bu soruya, hikayenin yaşandığı noktada verilecek cevap tam olarak bir evet sayılamazdı. Ama konu hakkında bazı fikirler vardı ortada. Mesela sorgunun özbenlik veya zaman (geçmiş, şimdiki ve özellikle gelecek) hakkında bazı hassas noktalardan başlatılması, korkutucu yerlere varabiliyordu. Kaldı ki bu hikayede de böyle bir durum söz konusuydu.
Sevgi benim için hep özel bir konu olmuştur. Adımdan olsa gerek bu konuyla çok ilgilenmişimdir. Çok gözlem yapmış, çok fikir yürütmüşümdür. Ama bu konu belirli bir zaman ve olaydan sonra, benim için gayet yıkıcı bir hal almıştır. (Umarım kitap bitmeden daha iyi bir hal alır.) Bu belirli zamandan sonra bu konudaki düşünce ve gözlemlerim, artan bir sıklıkla beni, sinirlendirmeye, üzmeye başladı. Hatta yer yer kendimden kuşkulanmaya bile başladım. Bu süreçte sevgi benim için çok hassas bir konu haline geldi. Bunun yanında, konu benim için çok hassaslaştığı gibi gündemimde de daha çok yer kaplamaya başladı. Bu süreçte sevginin kendisi ve sevginin benimle olan ilişkisi hakkında pek çok soruya cevap verebildiğime inanıyorum. Ama yapboz tamamlandıkça boşluklar belirginleşmeye, renkler geldikçe siyahlıklar ortaya çıkmaya başladı. Bu cevaplayamadığım sorular, bazı süreçler dahilinde, beni istemediğim yerlere götürecek geçitler haline geldiler. Tahmin edebileceğiniz üzere bu hikayede de bu geçitlerden birinden geçtim. (Şairin "elma"sı, benim lanetim.)
Tabi buraya kadar, bu görece uzun metni sabırla okuyan ve beni tanımayan kişiler bir sonucun yaklaştığını tahmin ederler. Ama ben pek tabi ki beni tanıyan insanları, yani sadık okuyucularımı şaşırtmayacağım ve bu hikaye hakkında anlatacaklarımı şimdilik, burada bırakacağım. Ama bunu yaparken de yeni okura saygı göstereceğim ve aradığı sonucun, anlatının kendisi olduğunu söyleyeceğim.
Not: Yeni okur daha fazla açıklam isterse, ona "Hikayedeki sevgi ögesinin üzerinden geçtiği önemli unsurlardan ikisi zeka ve bilgidir" der ve hemen ardından "Ben sadece bilgiyi verdim" diyerek noktayı koyarım.
Aradan geçen zamana bakınca insanlarda 20'li yaşlardan sonra değişim hızının azalmaya başladığına dair çıkarımların ne derece doğru olduğunu sorgulama isteği belirdi bende. Nottaki küstahlığı bir kenara bırakırsak yine de benden beklenecek eksende ilerliyor yazı ama bugün bu çizgide bir yazı yazsam şekil açısından çom farklı olur. Bu sonuca da yazıyı, kağıttan, bilgisayara çevirirken başını gördüğüm sözcükleri farklı şekillerde çekme ya da ilk bir kaç sözünü gördüğüm cümleleri farklı şekillerde kurma isteğimden yola çıkarak vardım.
Son olarak bu yazının hikaye konsepti üzerinden ilerlemiş olması da yazının yazıldığı sıralarda çekildiğini tahmin ettiğimiz bir klibin, yukarıda bahsi geçen blog okurum tarafından geçtiğimiz zaman içinde bizle paylaşıldığı göz önünde bulundurulunca, daha anlamlı hale geliyor.
Hepinize ve temmuz ayına dört milyon sevgi sözüyle veda ediyorum, buna katlandığınız için teşekkür ediyorum ve "yeni ayda bir yaz yazısıyla görüşebilmek dileğiye esen kalın" diyorum.

Perşembe, Haziran 18, 2009

Blogger 10 yaşına basıyormuş

Google'ın resmi blogunda bugün, Blogger'ın Ağustos sonunda 10. yaşına basmaya hazırlandığını duyuran bir yazı yayınlandı. Google bünyesinde, 10 yaşına basan ikinci site/servis olacakmış Blogger. Bunun hatırına Google Blogger hakkında bazı istatistikleri paylaşmış. Bunlardan, beni de içinde bulunduğum coğrafya dolayısıyla ilgilendiren ve çevremizde bahsedilme eğilimi en fazla olacak olanını ben de sizinle paylaşmak isitiyorum:
Kuzey Amerika dışında Blogger hizmetini en çok kullanan ülke Brezilya imiş ve bu ülke Türkiye tarafından takip ediliyormuş. Yani Google'ın da yaptığı gibi makul bir mühendislik yaklaşımıyla Kanada'yı ihmal edersek, dünyada Blogger kullanımının ülkelere göre dağılımının zirvesinde bulunan 3. ülke Türkiye. (1. ABD, 2. Brezilya, 3. Türkiye, 4. İspanya, 5. Kanada ve 6. Birleşik Krallık)
Aslında Google'ın, Blogger'ın hayatınıza etkiyen yanlarını hikaye etmenizi ve paylaşmanızı isteyen bir duyurusu olan bu blog yazısını okumak ve diğer 3 istatistiği de görmek isterseniz: http://googleblog.blogspot.com/2009/06/blogger-is-turning-10.html
Ayrıca Goolge hizmetlerinden 10 yaşına ilk basan olan, Google Anasayfası hakkıda, Google'ın hazırladığı ve bu 10 yılda yaşanan bazı şeylerin anlatıldığı zaman çizelgesine de bakmak isterseniz: http://www.google.com/tenthbirthday/

Not
: Siteler İngilizce ama bir yerlerinde Google Translate aracı vardır herhalde.

Kalan ve TRT arşivi

Kalan'ın TRT arşivi serisi ilk ürünlerini vermeye başladı. Bu seriden Türk Marşları albümü ve Can Dündar'ın hazırladığı Âşık Veysel belgeseli ve albümü piyasaya çıktı. Yukarıda da pek çok kez işaret ettiğim söyleşisinde Kalan Müzik'in yetkilisi yılda 40-50 yapım yapabileceklerinin müjdesini veriyor. Biz de güvenle bekliyoruz.
Bu başlığın altına sadece yukarıdaki kısmı yazamamın yeterli olabileceği halde ben esasen şu yazıyı yazdım:
Kalan'ın TRT arşivlerini tarayıp, bu arşivde bulunan -ve tahminen pek çoğuna gün ışığı değmemiş- binlerce ses ve görüntü kaydını sayısal ortama aktaracağını. Sonra bu aktardığı eserleri yeniden derleyip, kurumla (TRT) birlikte piyasaya süreceğini ilk duyduğumda ne kadar mutlu olduğumu Caner başta olmak üzere arkadaşlarım bilirler.
İlk önce küçük bir yazı (duyuru) şeklinde okuduğum bu haber hakkında daha sonra TRT'nin ve Kalan'ın yöneticilerinin verdikleri söyleşiler sayesinde daha çok detay edinebildik. Kalan'ın TRT arşivindeki Türk Sanat Müziği ve Türk Halk Müziği başta olmak üzere, kurumda çalışmış pek çok değerli ses sanatçısının (Zeki Müren, Müzeyyen Senar, Safiye Ayla, Âşık Veysel, Ruhi Su ve Münir Nurettin Selçuk bunlardan hızlıca aklıma gelen bir kaçı) ses ve görüntü kayıtlarını sadece yorumcu değil, aynı zamanda sanatçı ve tür tabanında da sınıflayarak Kalan Arşiv Serisi kalitesi ve titizliğinde piyasaya sürmeyi planladığını bu söyleşilerden öğrendik.
Aynı zamanda TRT'nin Kalan ile imzaladığı protokolün, Kalan'ı TRT arşivlerinin hakları konusunda tek yetkili konumuna getirmeyeceğini, TRT'nin diğer plak/yapım şirketleriyle de benzer protokoller imzalayabileceğini de yine bu söyleşilerden öğrendik.
Eğer hafızam beni yanıltmıyorsa bu haberleri 2008 sonu, 2009 başı gibi duymuştuk/okumuştuk ilk. O zamandan sonra bu albümlerin piyasaya çıkışını beklemeye başladık. Sonra bir gün (Şubat ya da Mart ayı içinde olma ihtimali yüksek) Kızılay'da Dost Müzik'de TRT Arşiv Serisi başlıklı bir Zeki Müren'den seçmeler albümü görünce bekleyişin sona erdiğini sandım. Ama albümü inceleyince bu albümün Ulus Plak şirketi tarafından hazırlanmış bir yapım olduğunu gördüm. Yine kapağından anladğım kadarıyla pek özenilerek hazırlanmış bir ürün değildi kanımca çünkü tamamı daha önce yayınlanmış şarkılardan oluşan ve pek çoğu daha önce Kalan'ın Arşiv Serisi'nden çıkmış albümlerinden alınmış bir albümdü. O zaman Ulus Müzik'in internet sayfasına girdiğimde şu ibareyi gördüm:

TRT, tarihinde ilk kez özel sektörden bir şirket olan ULUS MÜZİK ile "TRT ARŞİVLERİ"nin tümünün yeniden basılıp, çoğaltılıp, satışı ile ilgili olarak Türkiye'de ve dünyada "TEK YETKİLİ SATICISI" olarak anlaşmaya vardı.

Açıkçası bu haber gerçek olsaydı üzülürdüm. Pek çoğu hali hazırda en çok dinlediğim sanatçılardan olan pek çok değerli Türk Müziği sanatçısının kayıtlarının Kalan gibi titiz bir şirket tarafından derlenmesindense İsmail Türüt'ün de yapımcısı olan Ulus Plak tarafından derlenmesini ciddi bir kayıp olarak niteleyebilirdim.
Ama korkulan olmadı ve Kalan'ın TRT arşivi serisi ilk ürünlerini vermeye başladı. Bu seriden Türk Marşları albümü ve Can Dündar'ın hazırladığı Âşık Veysel belgeseli ve albümü piyasaya çıktı. Yukarıda da pek çok kez işaret ettiğim söyleşisinde Kalan Müzik'in yetkilisi yılda 40-50 yapım yapabileceklerinin müjdesini veriyor. Biz de güvenle bekliyoruz.

Cuma, Haziran 05, 2009

ODTÜ Finaller: Güz 2008 (Bölüm II) & Bahar 2009

Bir iki yıl önce, bu blogun nasıl bir şey olduğu ilk anlaşıldığı zamanlarda bir arkadaşım yayınladığım yazıların kişisel bloglar için çok uzun olduklarını söylemişti. O zamandan bu yana Türkiye'nin bazı meşhur blogları başta olmak üzere çok blog takip ettim. Benim de gözlemim bu yönde. Uzun yazılar gördüğüm güzel blogların ise gerçekten uzun uzun anlatılacak şeyleri oluyor.
Halbuki ben elimden geldiğince kısa yazmaya çalışıyordum yazılarımı. Doğrudan anlatımda her geçen gün daha da güçsüzleşen bir birey olarak, elimden geldiğince laf salatası yapmamaya çalışıyordum. Ama olmadı. Bu konuda üzülebileceğim nokta ise genel de gayet kesin olan düşüncelerimin, ifade sırasında bu acıları çekmek zorunda kalmaları olamalı bence.
Bu girişten sonra bu yazıyı Final Yazıları serisine dahil etmemi sağlayacak bağlantıyı kuralım:

Unutulanların dışında yeni bir şey yok.

Alın size tek cümlelik yazı. Hem kısa. Hem birinci bölümde vadettiğim analizi, sonucu gayet güzel bir şekilde gözler önüne seriyor. Hem de bir dönem gayet popüler olmuş bir kitapın adı. Bu sonucusu blogun hitini ikiye katlayabilir.
Emre, değişmek zorunda zavallı bir birey ama muhafazakârlığı da elden bırakamıyor. Ne kısa (daha doğru bir ifade ile anlatmak istediğini, yeteri kadar kelime ile anlatabilen) yazılar yazabiliyor ne de finallerine adam gibi çalışabiliyor. Bakalım bu sürtüşme nereye kadar gidecek. Emre ne zaman muğlak fikirleri, doğrudan anlatımlarla ilgilenmeyen kitlelere sunabilecek. Bekleyip göreceğiz. O zamana kadar yazının beş ay önce yazılmış ilk bölümünü okumak için buyrun: ODTÜ Finaller: Güz 2008 (Bölüm I)
Dip Not: Yazının isminin sonuna, yayınlamadan hemen önce "& Bahar 2009" ibaresini ekledim. Aslında planımda ayrı bir Bahar 2009 yazısı yazmak vardı ama bu final döneminde, bunların üzerine söyleyecek bir cümle dışında daha fazla şey bulabileceğimi düşünmüyorum. O zaman başlığa yaptığım gibi bu yazının da sonuna gerekli eklemeyi yapayım da gerektiğinde iki cümleye kısaltılabilecek bir yazım olsun:

Final dönemi başlayalı biraz zaman geçti ama yine de herkese finallerinde başarılar.

Pazar, Mayıs 24, 2009

The Last Airbender (ve ilk fotoğrafları)

Daha önce dizilerle ilgili yazımda, severek takip ettiğimi söylediğim bir çizgi seri vardı: Avatar, The Last Airbender. Beni internet üzerinden blog dışında, sosyal platformlarda takip edenler -Türkiye'de de CNBC-e kanalında yayınlanan- bu serinin finalini ne kadar heyecanla beklediğimi ve sonra da tekrar tekrar izlediğimi bilirler.
Ben her nasılsa bu blogda bahsetmemiş olsam da bir müddet önce bu serinin bir üçleme olarak beyaz perdeye taşınacağı duyuruldu. Çizgi film şeklinde yapılması gayet beklenilebilir olan projenin ecnebi tabiriyle "motion picture" yani kanlı canlı oyuncuların varlığıyla çekilen bir film olacağı ve yönetmeninin de M. Night Shyamalan olacağı bu duyurula ilgilenenlere ulaştı.
Tabi Stuart Little dışında bütün kariyeri metafizik korku filmleriden ibaret olan bir yönetmenin, en büyük övgüyü, en karmaşık gibi görünen konuları bile çocuklara yönelik sade anlatımıyla sunabilmesiyle toplayan bir hikayeyi, beyaz perdeye nasıl aktaracağı merak konusu oldu.
Merakımız nihayi olarak olarak ya da daha doğru bir ifadeyle üçte bir oranında, 2 Temmuz 2010 tarihinde doyacak. Ancak iştah açıcılar gelmeye başladı. USA Today -tahminen 1 Nisan'da çekilmeye başlanan ve- üçlemenin ilk filmi olacak The Last Airbender'in* ilk görüntülerini yayınladı.
Yukarıdaki fotoğrafta Aang'i, aşağıdakinde ise Prens Zuko'yu görüyoruz. Bu gelen ilk fotoğraflarda göze batan rahatsız edici herhangi bir şey yok bence. Bu fotoğrafların üzerine (bir hayal kırıklığı yaratmadıkları için) filmle ilgili başka görselleri, özellikle de bükücülerin hikayelerinin aktarılmasında temel merak öğelerden biri olarak tanımlanabilecek görsel efektleri göreceğimiz bir video parçasını da daha büyük heyecanla beklemeye başladım.
Bu arada film ile ilgili daha fazla bilgi için imdb sayfasına, Avatar ile daha fazla bilgi için de Mustafa Ağabey'in ilgili blog yazısına bakabilirsiniz.

* Üçlemenin ilk filmine, 2009 sonunda gösterime girmesi beklenen yeni James Cameron bilim-kurgusu Avatar ile bir karışıklığa sebep olmasın diye içinde Avatar geçen bir isim verilmemiş.

Cumartesi, Mayıs 02, 2009

Ruşen Çakır

Burada da pek çok belirtmeye çalıştım, bir süredir Ruşen Çakır hakkında yazı yazmaya çalışıyorum. Ama yeterince veri toplayamıyorum. Elimden geldiğince kendisini takip etmeye çalışıyorum ama gerekli ilgiyi de bir türlü sağlayamadım. -Üçüncü cümlede üçüncü kez ama kullanacağım- ama nedense yazıyı yazmayı erteledikçe geç kalacakmışım gibi bir his var içimde. Bu yüzden daha önceki planlarımda da yazımın omurgasını oluşturmasını düşündüğüm iki maddeden bahsedeceğim hızlıca.

Birincisi kendi internet sayfasından alınan özgeçmişi:
25 Ocak 1962 Hopa doğumlu. Laz. Galatasaray Lisesi'ni bitirdi. 1985 yılında Nokta Dergisi'nde gazeteciliğe başladı. Sırasıyla Tempo, Cumhuriyet, Milliyet, CNN Türk ve NTV’de çalıştı. TESEV'de Demokrasi, Sivil Toplum ve İslam Dünyası Programını yönetti. 2002 Aralık ayından beri Vatan Gazetesi’nde yazıyor ve Eylül 2008’den beri NTV’de yayın danışmanı olarak görev yapıyor.
Kitapları:
  • Ayet ve Slogan, Türkiye'de İslami Oluşumlar, 1990.
  • Vatan Millet Pragmatizm, Türk Sağında İdeoloji ve Politika (Hıdır Göktaş ile birlikte), 1991.
  • Resmi Tarih Sivil Arayış, Sosyal Demokratlarda İdeoloji ve Politika (Hıdır Göktaş ile birlikte), 1991.
  • Sol Kemalizme Bakıyor (Levent Cinemre ile birlikte), 1992.
  • Ne Şeriat Ne Demokrasi, RP'yi Anlamak, 1994.
  • Hatemi'nin İranı (Sami Oğuz ile birlikte), 2000.
  • Direniş ve İtaat, İki İktidar Arasında İslamcı Kadın, 2000.
  • Derin Hizbullah, İslamcı Şiddetin Geleceği, 2001.
  • Recep Tayyip Erdoğan, Bir Dönüşüm Öyküsü, (Fehmi Çalmuk ile birlikte), 2001.
  • Nereye Gitti Bu Ülkücüler, 2003.
  • Türkiye'nin Kürt Sorunu, 2004.
  • İmam-Hatip Liseleri, Efsaneler ve Gerçekler (İrfan Bozan ve Balkan Talu ile birlikte), 2004.
  • Sivil, Şeffaf, Demokratik Bir Diyanet İşleri Başkanlığı Mümkün mü? (İrfan Bozan ile birlikte), 2005.
  • "Mahalle Baskısı" Prof. Dr. Şerif Mardin'in Tezlerinden Hareketle Türkiye'de İslam, Cumhuriyet, Laiklik ve Demokrasi, 2008.
Diğeri de pek güvenilir bir kaynak olarak kabul etmediğim ve olabildiğince az referans verdiğim ekşisözlük'den:
8. millî selâmet, refah, fazilet... çizgisi hakkında gerçekten bilgi sahibi gazeteci.
fazilet partisi'nin kapatılma kararına yakın bir zamanda veysel candan'ın da katıldığı bir programda; "fazilet kapatılacak, gelenekçiler ve yenilikçiler olarak iki gruba ayrılacak. iki grup da kendi partisini kuracak ve gelenekçilerin kuracağı partinin adı büyük ihtimalle (burada erbakan'ın galiba ilk partisini kurarken yaptığı bir konuşmadan bu fikre kapıldığını söylüyordu) saadetolacak." meâlinde bir konuşma yapmıştı.
veysel candan ise (belki de haklı olarak) "heheh, maşallah sayın çakır; partimizi böldü, iki gruba ayırdı, yeni partileri de kurdu hatta bir tanesinin adını bile koydu!" diyerek kendisine itiraz etmişti.
sonuç mâlum. veysel candan'ın yerinde olsaydım hiç olmazsa partinin başka bir adla kurulmasını erbakan'dan "ricâ ederdim"!
(yazdur, 24.04.2003 22:27)
Kendisini geçen genel seçimde NTV ekranında kravatı kaymış, görece pejmurde bir halde yaptığı yerinde, dobra dobra saptamaları seyrettiğimden beri severek ve sayarak takip ediyorum. Kendisi bence mevcut siyasal düzende, en başarılı analizleri yapabilecek altyapıya sahip (ve yine bence bu yorumları yapan) bir gazeteci. Murat Yetkin ile birlikte düşüncelerini takip etmeyekten zevk aldığım, beni heyecanlandıran gazetecilerden. Kitaplarını da okumak istiyorum. Ancak kitaplarının çoğunun Metis Yayınları'nın siyahbeyaz dizisinden çıkmış ama bu kitapların baskıları bulunamıyor; elimden geldiğince toparlamaya çalışıyorum.
Bu bütünlüğü bilgilerinize sunarım.

Çarşamba, Nisan 29, 2009

Yarın 1 Mayıs

Yarin 1 Mayıs. Yani, İşçi Bayramı olarak bilinen, geçen seneden itibaren Emek ve Dayanışma Günü olarak kutlanılmaya baslanan ve bu seneden itibaren tatil olan gün. Tabi 1 Mayıs deyince insanin aklına ister istemez, İstanbul, daha doğrusu Taksim Meydanı geliyor. Yıllardır burada anma/kutlama yapılıp, yapılamayacağıyla ilgili bir tartışma sürer, bunu herkes bilir. İşçi toplulukları Kanlı 1 Mayıs olarak tarihe geçmiş olan 1977 1 Mayıs'ında ölen insanların burayı, vazgeçilmez 1 Mayıs alanı olarak işaretlediklerini söylerler. Bunun karşısına da devlet kurumları (özellikle İstanbul Valiliği ve onun güncel yüzü olan Muammer Güler) Taksim'in buyuk çaplı sosyal etkinlikler için uygun bir yer olmadığını, burada yapılacak büyük çaplı etkinliklerin İstanbullular'ın günlük yaşantılarını olumsuz etkileyeceğini söylerler.
Benim büyüdüğüm ortamın 1 Mayıs'la hiçbir ilgili, alakası yoktur. Benim de geçen seneye kadar 1 Mayıs ortamıyla hiçbir alakam, o atmosfere hiçbir temasım olmamıştı. Ama geçen sene, günün anlamına belki de tam ters düşebilecek bir sebepten ötürü İstanbul'daydım. Burada ilk önce Taksim'in kapalı olmasının İstanbullular'ın günlük yaşantılarını en az rahatsızlıkla sürdürebilmelerini sağlama amacı da güttüğü önermesinin kocaman bir yalan olduğunu gördüm. (Taksim'in buyuk çaplı sosyal etkinlikler için uygun bir yer olmadığı iddiasının sebepleri hakkında derinlemesine bir bilgim olmadığı için bu konuda net bir yorum yapamayacağım ama tek sebebi yukarıda yalanladığım önerme ise bunun da elle tutulabilecek yani kalmaz.) Şehirde ulaşım işlerinin neredeyse durmasını bir yana bırakırsak, -hemen hemen hiç bilmediğim- İstanbul'un -benim bile bildiğim- Mecidiyeköy gibi işlek bir yerinde bile Polis barikatları, polis-eylemci kovalamacaları ve -en ilginci- iş yerlerinin içeride müşterileri olduğu halde kepenk kapatmaları gibi günlük yaşantıda görmeye pek alışık olunmayan şeyler gördüm.
Sonra bu gördüklerimin çok küçük şeyler olduğunu, biten günün haberlerini takip ederken anladım. Polis Taksim'e gitmek isteyen gruplara müdahale etmiş ve olaylar gelişmişti. Bazı polis memurları yere düşmüş insanların kafalarına tekmeler savurmuş, hastane bahçelerinde bayanlara dayak atılmıştı. Her sene görmeye alışık olduğumuz bu tabloya ek olarak DİSK'in genel merkezi Polis tarafından kuşatılmış ve buraya bir tur dışarı çıkartmama operasyonu yapılmıştı. Çok büyük olaylara gebe olduğu günler, haftalar öncesinden bağırılmaya başlanan bir 1 Mayıs daha en azından can kaybı olmadan kapatılmıştı. Tabi ben bu durumu hiçbir şekilde emniyet güçlerinin bir başarısı olarak görmüyorum. Aksine eylemcilerin ve liderlerinin sağduyusu sayesinde olayların çok daha büyümediğini düşünüyorum. Aksi halde olabilecek şeyleri kestiremediğimi de 1 Mayıs arifesinde belirtmek istiyorum.
Beni bu düşüncelere iten haberlerden, çok önemli bulduğum dört notu burada paylaşmak istiyorum:

-Gazetecilerin, Başbakan'ın memleketi diye anmayı sevdikleri Rize'den gelen takviye polis ekipleriyle yapılan röportajdan:
Gazeteci: Böyle olaylara alışık mısınız?
Polis: Hayır.
G: Peki ne yapacaksınız?
P: Müdahale edeceğiz.

- Bir polis olayları kontrol etmenin güçleştiğine inandığı bir yerde havaya ateş etti.

- DİSK Başkanı Süleyman Çelebi, gün içinde polis tarafından çevrelenmiş genel merkezinden, akşamüzeri yaptığı açıklamada "Biz Taksim'e giderdik ama olası bir faciayı engelledik. Halk da anlayış gösterdi, sağ olsunlar." dedi.

- Bir motosikletli kurye, polisle bir grup gencin çatıştığı bir sokakta motosikletini kenara bırakmış gençlerle birlikte polise taş atarken görüntülendi. Kendine neden polise taş attığını soran muhabire, (yanlış hatırlamıyorsam) gençler haklı diye cevap verdi.

Özellikle ilki ve sonuncusu beni çok etkilemişti. Ama bunlar arasında en önemlisi buyuk olasılıkla DİSK Başkanı Süleyman Çelebi'nin açıklamalarıydı. Tabi ki bu açıklamaların içinde basarisiz olmuş bir liderin olayı dramatize etme çabaları da var ama o -bir yerde kendisinden bağımsız- bir gerçekliği bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde çok güzel ortaya koydu.
Bu sene 1 Mayıs'da ne olacağını bilemiyorum. Devletin ya da daha doğru söylemle AKP hükümetinin pek çok tartışmalı konuyu kademeli olarak normalleştirme yoluyla kabullendirme politikasını (bkz. türban) 1 Mayıs'da da görecek gibiyiz. Geçen sene özel gün olarak ilan edildi. Bu sene de tatil. Vali Güler de bas bas çok büyük olmayan bir grup gelip anma gerçekleştirebilir diyor. Bu sene bu olur mu bilmiyorum. Ama Taksim'i bir anda olduğu gibi işçilere açacak gibi görünmüyor devlet. Belki her sene artan büyüklükte gruplar şeklinde açmak istiyorlardır; şimdilik bana böyle geliyor. Ancak zaten buradaki kilit soru "devlet 1 Mayis'in Taksim'de kutlanmasına izin verecek mi"den çok "işçiler 1 Mayıs'da Taksim'e girmeyi ısrarlı bir şekilde deneyecekler mi" olmalıdır. Eğer böyle bir şey gerçekleşirse sonuçlarının ne olabileceği de ayrıca detaylı bir şekilde düşünülmelidir, bence.

Pazartesi, Nisan 20, 2009

Ben bir müddet daha Ruşen Çakır demeye devam edeceğim galiba (ya da Canını Seven Kaçsın)

Facebook'daki son durum mesajımın bir benzerini başlık olarak atmak zorunda kalmak istemezdim ama bugün gördüğüm bir şeyi paylaşmadan edemedim. Zaten görece az müzik dinleyen ve herhangi bir müzik enstrümanını çalamayan bendenizin blogu bir müzik blogu olma yolunda hızla ilerlemekte.
Her neyse aşağıdaki iletiyi Aylin Aslım, dün MySpace sayfasında yayınlamış. Aylin Aslım'ın yeni albüm hazırlığı içinde olduğunu daha önce duymayı/duyurmayı beklerdim. Ya Redd'in 21'ini beklerken gözden kaçırmışım bu albümü ya da yeterince sessiz bir şekilde tamamlanmış çalışmalar.
Sonuç olarak, 21'i taze dinledikten sonra özlediğimiz/sevdiğimiz isimlerin yaptığı/yapacağı işler için heyecanlanmadan edemiyor insan. Bekliyorum.

Uzun zamandır üzerinde çalıştığım 3. albüm, türlü maceralardan ve badirelerden sonra, Nisan ayı sonlarında müzik marketlerde nihayet yerini alacak. Albümün adı 'CANINI SEVEN KAÇSIN'.
Yeni şarkıları yazarken ve kaydederken onlarla tamamen başbaşa kalabilmek için, konserlere yaklaşık 9 aylık bir ara vermiştim. Haziran 2008'den bu yana vereceğimiz ilk konser, 22 Nisan 2009 Çarşamba gecesi Istanbul Beyoğlu'nda JJ Balans Performance Hall'da.
Heyecanlıyım. Hem yeni şarkıları ilk kez çalacağımız için, hem de sahneyi çok özlediğim için. Yeni şarkıları ilk canlı dinleyenlerden olmak isteyen tüm arkadaşlara buradan duyurmuş olalım! Görüşmek üzere!
aylin aslım "

Not: Evet sürekli Redd'in 21'e referans vermemin bir sebebi var. Ve yine evet bu sebep albümü beğenmiş olmam. Ya da daha doğru bir ifadeyle son bir kaç gündür sürekli (ve neredeyse sadece) bu albümü dinliyor olmam.

Pazar, Nisan 19, 2009

Güncelleme(ye devam)

"Yeter artık, bundan sonra yazacağım yazının konusu kesinlikle Ruşen Çakır olacak" demiştim ama gördüğünüz üzere yine başaramadım. Yine, "sağlık olsun" demekten başka çaremiz yok galiba. Ama şunu da unutmamak gerek ki, güncelleme yapmak pek çok zaman iyidir:

- Blogun sağ sütununda çok ufak değişiklikler yaptım.
- Tezimle ilgili deneysel çalışmalarım sorunlu ilerliyor/duruyor.
- Bir müddettir sergilediğim uyumlu/sosyal/etkileşimli insan profilimden artık kurtuluyorum sanırım. Hoşgeldin, eski, güzel, sinir Emre.
- 16 Nisan akşamı, yine bir Beer Stop perşembesi yaptık. Öncesinden yeterince (uzunca bir süredir olmadığım kadar) sinirlendim. Bir önceki yazımın sonunda anlattıklarımın geçerliliğini/güzelliğini/gerekliliğini tekrar fark ettim.
- Gelecek cuma İstanbul'da olabilirim.
- Redd'in albümü olmuş gibi.
- Gevende'nin askerliğini tamamlamasına 1 ay kaldı.
- Peyk'in hala, görünürde bir Ankara konseri yok.

Çarşamba, Nisan 15, 2009

RMS Titanic 97 yıl önce bugün batmış

Geçen sene bugün için yazdığım yazımı yayınlıyorum:

Dün her şey tekmetokat.org'da Rock'n Coke 2008'in iptal edildiğini okumamla başladı. Çok sevindiğim bu haberi hemen teyit ettirdim.Doğruymuş bu sene yapılmayacakmış Rock'n Coke. 2009 daha iyisi yapmak istiyorlarmış, umarım yaparlar.

Yarin ODTÜ Açık Ders Malzemeleri yayın hayatına başlıyormuş ve daha önemlisi Avatar'in yeni bölümleri geliyor.

Ama bunların yanında, bana bu yazıyı yazdıran bir şey oldu bugün. Gürkan, Emir ve ben Kulis'e gittik. Biraz rakı içtik. İçtikçe açıldık. Açıldıkta konuştuk. Konuştukça birbirimize çok önceleri söylemiş olmamız gereken sözlerin duyulma sıklığı arttı. Sonunda birbirlerinin hayatına bu kadar yakından dokunmuş bireylerin, diğeriyle paylaşmadığı, paylaşamadığı ne kadar önemli şeyler olabileceğini gördük. Sebebi ne olursa olsun (benim için söyleme gereksinimi duymamaktı) bunun olabileceğini ve hatta bundan sonrasının da olabileceğini görmek ilginçti.
Peki bundan sonrası daha mi iyi olacak bilmiyorum. Bildiğim gece fiziksel olarak özellikle Emir için yıkıcı bir şekilde tamamlansa da geç de olsa söylenilmesi gerekenler söylendiği için herkes artık daha rahat.

1 yıl sonrasından not: Özellikle Beer Stop perşembeleri göz önüne alındığında her şey çok daha iyi görünüyor. Ama kesin sonucu söylemek için hala erken olabilir.

Pazar, Nisan 12, 2009

Bir Redd albümü vardı (ya da "Redd ve yeni albümü")

Bir müddettir yazılmayı bekleyen yazı taslaklarım var bu blogun yönetim penceresinde. Bunlardan bir tanesi de -şu anda okuduğunuz ve- en son 25 ocak 2009 tarihinde yazmaya çalıştığım Redd müzik grubunun yeni çıkacak albümü ile ilgili yazıydı. 
Bilmeyenler için Redd'in geçtiğimiz Eylül ayından (belki de daha öncesinden) yeni albüm çalışmaları için stüdyoya girdiklerini belirterek başlayayım. Bu çalışmalarının sonucunda geçtiğimiz Kasım ayı gibi 21 şarkıdan oluşacağı belirtilen ve 21 adını verdikleri yeni albümlerini çıkarmayı planlıyorlardı. Ben de Redd grubunu seven bir müzik dinleyicisi olarak bu albümün çıkmasını sabırla belkiyordum. Sonra aşağıdaki çizelgeyi -şu ana kadar albümün durumuyla ilgili yazdığım her şeyin referansı olan- reddseyirdefteri adlı, grubun resmî blogunda görünce bu albümle ilgili bir yazı yazmak istedim. Aslında o anda çok baskın olan başka bir isteğim de (aşağıdaki çizelgeyi ilk gördüğümde mutlu olduğum için) Türkiye'de pek sık rastlanmayan bir şey olduğu için, Redd grubunun albümlerinin yapım aşamalarında doğrudan bilgi verdikleri bloglarını da tanıtmaktı. 
Sonra geç de olsa 1 Mart'ta albüm çalışmalarının tamamlandığı haberi geldi. O zamandan beri de albümün çıkış haberini bekliyoruz. Ama gelemiyordu bir türlü. Bloga pek çok, güzel içerik eklenmesi yapılıyordu ama albüm çıkış haberi bir türlü gelemiyordu. Sonra klip çalışmalarıyla ilgili haberi de görünce tamam artık eli kulağında olmalı dedik. Sonra benim yoğun bir dönemim geldi ve takibe ufak bir ara verdim. Bu arada Redd grubu albümlerinin çıkış tarihini açıklamış ve kapağını yayınlamış. Bugün resmî web sayfalarına girince gördüm bunları. Albümün çıkış tarihi olarak 9 Nisan 2009 açıklanmış. Bu açıklama bir heyecan uyandırmadı ben de çünkü iki gün önce (10 Nisan) gittiğim bir müzik markette albüm çıktı mı diye bakmıştım. Sonra tekrar blogların girdim ve albümün çıkışında ufak bir erteleme daha yapıldığını öğrendim. Bu durumda inşallah en geç önümüzdeki hafta Redd'in yeni albümünü dinliyor olacağız. 
Sonlarına geldiğimiz yazıyı toparlamak gerekirse önce yeni albümünün 4 bölüm (Redd'in tabiriyle "episode") ve 21 şarkıdan oluşan 78 dakikalık bir konsept albüm olduğunu belirtmeliyiz. Albüm doğumundan başlayarak 21 adında bir karakterin hayat yolculuğunu anlatacakmış. Bu durumu belirtmek için seçildiğini tercih ettiğim kapak fotğrafını beğenmediğimi de belirtmeliyim. Hasanla konuştuğumuz gibi, kapaktaki o görüntüyü oluşturmak istiyorlarsa da üç boyutlu grafikten başka yollar tercih edilebilirdi. Bunun yanında albümden dinleyebildiğimiz (hatta klibini de izleyebildiğimiz) ilk şarkı olan Don Kişot ilk dinleyişte güzel geliyor kulağa. Umarım bu güzellik sürekli ve diğer şarkılar için de geçerlidir. Bunu da bekleyip göreceğiz.
Son söz olarak artık bir Redd konserine gidebilmek istediğimi söylemek istiyorum buradan. Geçen sene şenliklerin ilk gününde olan olayın bir daha tekrarlanmaması arzumla birlikte konserin tekrarlanmasını temennimi belirtmek istiyorum. Tabi yeni albümü takip etmesini doğal olarak beklenen ve ilk ayağı 18 Nisan 2009'da İstanbul'da yapılacak olan albüm tanıtım konserleri bu isteklerimizin gerçekleşmesi ihtimalinin yüksek olabileceğini gösteriyor. O zaman, konsere kadar albümle teselli bulalım. Albüm çıkana kadar da bence Redd'in bu kaydına bakabilirsiniz.

Pazartesi, Mart 30, 2009

Güncelleme

Efes (Pilsen) görece yeni (2002 yılında güzel bir domino taşlarıyla desen yapma gösterisiyle tanıtılmıştı) olan logosunu değiştirmiş. Bu güne kadar belirgin, kalkan biçiminde olan amblem ilk kez bu çizgisinden çıkmış. Yine de yeni amblem eskisinden çok farklı değil. Ancak daha genç ve heyecanlı bir çizgi yakalamış bence. Efes, ağırlığından biraz taviz vermiş gibi. Belki Anadolu Efes, bu ağırlığı gecen yaz satın aldığı Tekel Birası markasına yükleyecektir. İnternette yeni logonun görüntüsünü bulamadım ama merak edenler Efes'in duyurusunu yeni yaptığı "biraya dair" sergisinin internet sayfasında Efes'in yeni logosunu görebilirler. Pilsen'inki her zaman olduğu gibi biraz daha farklı. Farklar kabaca, elipsin içindeki Pilsen yazısı, kolların uzantısındaki buğday başağı motifi ve elipsin altına yerleştirilen 3 altın madalya (önceki amblemlerde 4'tü) olarak sıralanabilir.

Cumartesi, Ocak 17, 2009

Soru

TRT 2'de yayınlanan Geleceğe Umutla Bakmak programının -tarihini öğrenince yazacağım- 10 Ocak 2009 tarihli bölümünün kaydıdır. Programdaki çalışmalar ilginizi çekebilir belki ama benim bu videoyu buraya koymaktaki asıl amacım bir soru sormak:

Bu programdaki araştırmacılardan bir tanesi benim ev arkadaşım. Evimizin kurgusu hakkında bilgisi olmayanlar bunun kim olduğunu söyleyebilirler mi?

Not: Tahminlerinizi yorum olarak yazarsanız sevinirim.

ipucu: Hiçbir bilgi verilmeksizin benden bir şey tahmin etmem istenildiğinde, ben her zaman en farklıyı seçerim.

Pazartesi, Ocak 12, 2009

bilet?

Az önce ntvmsnbc'de A.B.D.nin yeni başkanı olacak Barack Obama'nin, yemin töreni provaları ile ilgili bir haber okudum. Haberi sadece okumuş olmak için okurken, metnin sonunda şu paragrafla karşılaştım ve sekmeyi kapatmamış olmama sevindim.

"Büyük bir heyecanla beklenen yemin töreni için, satışa sunulan biletlerin tamamına yakınının da bir dakika içinde tükendiği bildiriliyor." (kaynak:ntvmsnbc.com)

Bizde böyle bir uygulama var mi? Bilen varsa, benimle de paylaşırsa sevinirim. Hoş ben bu ülkede, seçilmişlerin yeminini seyretmek için para verecek bu kadar büyük bir kalabalığın olduğuna inanmıyorum.  Ama belki partiler satın alıp, dağıtabilirler. 
Peki son olarak, acaba bu kapitalizm ve pazarlama konularını, tam anla(yama)ma durumuyla mi ilgili?

Pazar, Ocak 11, 2009

bana bi' haller oldu (galiba)

Dün akşam gittiğimiz bir barda tam "sosyal saptamak" üzereydim ki bir anda kitlendim. Aynı şekilde, az önce bu blogun en düzenli yazı başlığı olan final yazılarının son üyesini yazarken aklıma, ortaya konulabilecek hiçbir düzen gelmedi. Bu iki günde çok rahat yaptığım iki eylemde sorun yaşamam beni çok etkiledi. (Tabi ki siz bu durumu, böyle bir yazının varlığıyla, çok önceden idrak etmiştiniz.)
Aslında sorun eylemlerin gerçekleştirilmesinde değil, dışa vurumunda. Şöyle ki arkadaşlarımla aramızda güzel bir eğlence kaynağı olan "sosyal saptama"larım, çevremde gördüğüm bireyleri ve onların eylemlerini, kafamda modelledirim hayata oturtma çabam olarak tanımlanabilir. Gördüklerimi ne kadar başarılı bir şekilde modelimde gösterebilirsem, modelim de o ana kadar gecen süreçte o kadar basarili olacaktı. Dün akşam da yan masa da gördüğümüz insanları modelde ilgili yerlere oturttum ancak bunu ortamdaki insanlarla paylaşırken sorun yaşadım. Yine benzer şekilde final yazıları yazılırken güdülen çalışmadan kaçma sebebi oluşturma ve -diğerine göre çok masum duran- dönemsel durum değerlendirmesi yapma amaçlarını gerçekleştirmede hiç bir sorun yasamama rağmen yazıyı oluştururken, yani urun ortaya koyarken takıldım.
Ama gel gör ki, dışa vurumlarda son iki gündür sorun yaşadığından yakınan ben, bu etkilendiğim durumu da paylaşmadan edemedim.
Bu da belki şaşırtıcı. 

ODTÜ Finaller: Güz 2008 (Bölüm I)

Yüksek lisans seviyesinin ilk final donemini hayırlamaya şurada kısa bir zaman kalmışken, beklenen final yazısının gelmesi kaçınılmazdı. Bu ilk cümlede bilinçsizce tercih edilen "kaç-" eylemi ise çok yerindeydi. Sonuçta Emre için bu yazıları yazmak, final doneminde çalışmamak adına yaptığı pek çok eylemden biriydi. Hatta öyle ki şu anda okuduğunuz metni bile bir çalışma oturumun ortasında yazdı.
Ama bu yazı özelinde inceleme yapıldığında görüldü ki Emre'nin bu seferki kaçışı çalışma eyleminden çok, yine çalışmamak adına yarattığı bazı başka durumlardandı da. Peki bu ne anlama geliyordu? Emre, bu sefer finallere çalışmak mi istiyordu? Yani Emre, eğitiminde bir basamağı tamamladıktan sonra, genel tabirle, "adam" mi olmuştu? Aslına bakılırsa, hala bir kaçış içinde olmasına bakılarak bunun gerçekçi bir gözlem olamayacağı kolaylıkla söylenebilirdi. Ancak ortada göz ardı edilmemesi gereken bir çaba da vardı. Fakat bulunan nokta, yerinde bir saptama yapmak için çok erkendi. Her zamanki gibi, bekleyip görmek lazımdı. Ama bu da Emre'nin başka bir geçiştirme mekanizması olabilirdi. Sonuç olarak, kaçınılmaz bir şekilde beklenip, "belki" ilk kez yazılacak final sonrası yazısında (Bölüm II) her şey daha net görülecekti.

Dip Not: Unutmadan, Emre tüm ODTÜlülere, finallerinde başarılar diledi.