arama

Çarşamba, Aralık 04, 2013

Ankara metro

(kaynak: http://www.railway-technology.com/)
Bilmeyenler için tarif etmek gerekirse Ankara'nın şehir içi hafif raylı sistem taşıma ağının bir parçası olan Ankara Metrosu'nun vagonlarında pencere boyunca sıralanmış sarı ve beyaz renkli oturma yerleri vardır. Bu oturakların beyaz olanlarının üstlerinde,

BEYAZ KOLTUKLAR GAZİ, YAŞLI, 
ENGELLİ VE HAMİLE YOLCULARIMIZ 
İÇİN AYRILMIŞTIR

şeklinde bir uyarı asılıdır. Bahsettiğim bu beyaz yerler toplam oturma olanağının kabaca %40'ına denk gelmekte ancak 300 küsur kişi taşıma kapasitesi olan araçların oturma kapasiteleri 60 civarında. Yani yoğun durumunda büyük ölçüde ayakta yolcu taşınan bir araçtan bahsediyoruz.

Bu uzun girizgâhdan sonra derdimi anlatabilirim nihayet.

Geçen gün, bu bahsettiğim metro araçlarından birine ilk durağında bindim. Peronda yeni durmuş araca binen ilk yolculardan biri olarak vagonun ortalarında bir yere oturdum. Sonra başka yolcular da geldi. Bir iki kişi sarı yerlere oturduktan sonra, insanlar yan yana oturmamak için beyaz boşluklara da yerleşmeye başladılar. Nihayet vagondaki tüm insanlar yerleştikten sonra, araç hareket ederken boş kalan tek oturak sarı renkliydi.

Buna benzer durumlara sıkça denk geliyorum ve insanların kurallara riayet etmemekte gösterdikleri bu ısrarı anlamlandıramıyorum. Kimse onlardan boş kalacak bir yere oturmamalarını da istemiyor. Sadece belirli insanların kullanması için önceliklendirilmiş bir yeri oturma sırasında sona bırakılması ve bunun doğal bir sonucu olarak, yerin sahibi geldiğinde kimin kalkacağının belli olması isteniyor. Tek istenilen çok olası bir durum gerçekleştiğinde kargaşa olmadan, son derece mekanik bir şekilde bu duruma cevap verebilmek. Bu bakımdan sarı oturma yerleri dolmadan, beyaz yerlere oturan insanları sanırım hiç bir zaman anlayamayacağım.

P.S. Bir hafta kadar öncesinden kalma bir yazı ama son halinin verilmesi, 3 Aralık'ın ertesi güne denk geldi. Güzel oldu.kedi

Cumartesi, Kasım 23, 2013

23.11.2013

Blogger'ın iddiasına göre bu blogun görüntülenme sayısında son iki, üç günde anlamlı bir artış yaşanmış. Bu artışa gerçek kullanıcıların neden olduğunu düşünmüyorum açıkçası ama yine de teşekkür yerine de geçecek bir yazı ile blogda yaşam belirtisi yaratmak istedim. Daha önceki uzun araların da bazılarını bitirmek için tercih ettiğim şekilde bir güncelleme ile ses vereyim tekrar:

-Bisiklet aldım. Umduğum kadar sık olmasa da sürüyorum. Kendisi ile mutluyum.
-Bir süredir evsizim. Galiba duruma alışmaya da başladım. Bu, benim gibi biri söz konusu olduğunda korkutucu olabilecek bir durum.
-Ankara'da yaşamaktan duyduğum rahatsılık her geçen gün daha artıyor. Özellikle herhangi bir yere ulaşmak zorunda olduğumda kötü oluyorum (Bu konuyu da içeren bir yazı yazacağım yakında). Kışın yaklaşması ile bu rahatsızlığımın çarpanı da artacak. Umarım önümüzdeki martta sonsuzla çarpılması gibi bir durum söz konusu olmaz.
-Tekrar düzenli bir şekilde podcast dinlemeye başladım. Yine BBC ağırlıklı bir listem var. Özellikle "Hardtalk"lara bakıyorum.
-Ben yokken maalesef Google Reader kapandı. RSS feed kullanmaya devam eden hemen herkes gibi ben de yerine feedly kullanıyorum. Memnun değilim.
-Kendimi tam anlamıyla sosyal bir canlı olarak görmem. Sosyalleşmekten sıkıldığım zamanlar az değildir. Ama buna nispet yaparcasına internet ortamında pek çok "social network"e üyeyim ve bu sayfalarda anlamlı bir miktarda zaman geçiriyorum. Hali hazırda kullandığım bu kalabalığa şu sıralar goodreads de dahil oldu. Görece yoğun bir şekilde kullanıyorum.
-Okuma eylemi ile ilgili internet sayfalarında geçirdiğim zaman artmış olsa da okumak için ayırdığım zaman iki ay öncesine oranla dramatik bir düşüş sergiledi. Tabi ki bir daha hiç o kadar boş olmayacağım ama zamanla toparlayacağımı düşünüyorum.

Şimdilik güncelleme bu. Aralık ayı içinde, bu yazıda bahsettiğim dahil dört yazı daha yazarım gibi hissediyorum. Ama belirttiğim üzere şu anda sadece hissiyat seviyesinde bir durum bu.kedi

Pazar, Nisan 07, 2013

Dün barda

Saat bire çeyrek var. Tezgahın bu tarafında iki kişiyiz. Barmen ile birlikte mekanda toplam üç kişiyiz ama o şimdi sigara içmeye çıktı. Tezgahın üzerinde üçüncü (barmenler alkol tüketse de bunu açık açık yapmazlar) bir kadeh var. Kimin olduğunu bilmiyorum. Konuşmadan oturuyoruz. Tek ses, ortamda çalan müzik. Son yarım saatte duyduğum son hitap, ne içeceğimi soruyordu. Sessiz, sakin içiyoruz içkilerimizi. Hepimizin sessizlik için ayrı bir sebebi olduğunu tahmin ediyorum. Mesela ben arkadaşımı bekliyorum. Hoş, benim dışımdaki herkes aynı kişiyi bekliyor olabilir. Acaba müzik de mi olmasa?
-
Müzik değişti. Şimdi tezgahın herhangi bir tarafında oturmayan bir amca da var mekanda. Kendisi, televizyon ekranına ilgi ile bakıyor. NR1 kanalı açık. Çalan müzik ile ekrandaki görüntüleri uydurmaya çalıştığını düşünüyorum. Senkronu kaymasın diye, müziğin değiştirilmesini talep etmiyorum.
-
Bir çocuk daha geldi şimdi. Amca telefon ile konuşuyor, televizyona olan ilgisi biraz azalmış gibi. Ben de sandalyemde dönüyorum. Müziğin değiştirilmesi isteğimi hâlâ aktarmadım.
-
Şu anda içeride iki kişiyiz. Tezgahta ben, masasında amca. Telefonu kapattığından beri televizyona karşı olan ilgisini tekrar kazandı. İkimiz de, barmen sigaraya çıkmadan, içkilerimizin aynılarından birer tane daha istedik. Bu taleplerinin sorgulanması ve aktarılması dışında da konuşmalar oldu. Keşke mekanı sadece televizyonda şu anda dönen erotik hat reklamının sesi doldursa. Amca bu  hatlara 850 lira kaybetmiş. Telefon açıkken uyuya kaldığını tahmin ediyor. Barmen dönünce, müziği değiştirmesini isteyeceğim.
-
Başka bir grup amca daha geldi. Ben kalkarken, erotik hat ablası hâlâ reklamda konuşuyordu.kedi

Çarşamba, Mart 27, 2013

Kitaplar ve kitaplık hakkında 27.03.2013 tarihli (minicik) not

Kitap okurken ayraca ihtiyaç duyduğum zaman, genelde aldığım kitabın fişini kullanırım. İlginç durumlara yol açabiliyor tabi. Az önce yeni bir taşınma için, hafif tempo kitap toplarken 9 yıl 2 günlük bir fiş gördüm. 2 gün fark da olmasa güzel tesadüf olacaktı.
kedi

Pazar, Mart 10, 2013

Karşıda görünen ne güzel yayla

Bende en çok merak uyandıran olaylardan biri de Anadolu'da 15. ve 16. yüz yıllardaki nüfus hareketleridir. Bilindiği üzere bu dönemde, Anadolu'da 11. yüz yılın başından itibaren süregelen büyük hareketin tam tersi istikamette (belki girdap demek daha uygun) bir göç dalgası yaşanmış. Bahsedilen bu göçler, siyasal anlamda büyük bir gerilimin tezahürü olmuş ve nihayet bu gerilim 1514'de bugünkü İran topraklarında yer alan Çaldıran Ovası'nda doruğunu yaşamış. Bir tarafta belirli inanışa sahip gönüllü askerlerin, diğer tarafta ise bu askerlerin akrabalarının ve çok benzer bir inanışa sahip profesyonel askerlerin yer aldığı muharebeyi, savaş meydanlarında o iki yüz yıla damgasını vurmuş olan profesyonel askerlerin tarafı net bir şekilde kazanmış. Ama benim de katıldığım bir görüşe göre Anadolu, o dönemden beri iflah olmamış.
Bu hareketlerin ardındaki mekanizma (dini, etnik, siyasal, vb.), gerçekleşen olaylar ve bunun beşeri yansımaları hakkında bir şeyler duyunca kulak kesiliyorum genelde. Yazıya adını veren, aşağıda Erkan Oğur ile İsmail Hakkı Demircioğlu tarafından yorumlanmış bir kaydını paylaştığım eser de benim için öncelikle bu açıdan ilgi çekiciydi. Ayrıca -bu duruma doğrudan bağlanabilecek şekilde- eseri hemen her dinlediğimde aklımı kurcalayan, insana bu sözleri söyletecek durum nedir ve bu durumu oluşturan eylemlerin vebalinin altına kim, neden girmek ister sorularında da henüz bir sonuca vardığım söylenemez.

Pazar, Ocak 13, 2013

Kitaplar, kitaplıklar ve okuma hakkında bir kaç not

Tereza'nın gözünde, kitaplar gizli bir kardeşlik bağının işaretleriydi.
Kendisini çevreleyen kaba saba dünyaya karşı tek bir silahı vardı çünkü; 
belediye kitaplığından aldığı kitaplar, her şeyden önce de romanlar.

Milan Kundera, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği
İletişim Yayınları, İstanbul 2012, s.55


Daha önce de belirttiğimi tahmin ettiğim üzere, birden çok kitabı aynı süreçte okumayı tercih ediyorum. Bunun çeşitli faydaları olduğunu düşünüyorum. Ayrıca bu sayede, çok uzun zamandır en az bir kitapla ilgilenmediğim bir süre olmadı.

Belirli bir yaşa kadar kütüphane kullanım isteğim ve kullanımım fena bir seviyede olmamıştı. İlkokul seviyesindeyken evdeki kitaplar yeterli geliyordu. Bir de yeni basılan macera kitaplarına ilgim vardı, onları da satın alma yolu ile temin ediyordum. Ortaokul seviyesinde hiç kullanmamış olsam da şehir kütüphanesinde aboneliğim vardı. Ayrıca bir dönem kütüphane kolu olmuş olmamın bir sonucu olarak okul kütüphanesini de iyi kötü kullanıyordum. Yaşım gereği düşkün olduğumu düşündüğüm bestseller ve fantastik kurgu türleri dışındaki kitapları ve özellikle dergileri buradan temin ediyordum. Lise kütüphanesini de fena kullanmadığım düşüncesindeyim, bu dönemde okuduğum kitapların yarısını kütüphaneden ödünç almış olabilirim. Sonra üniversiteye gelince bu durum değişti. Artık kendi kitaplığımı kurmaya ve yaşatmaya başladım. Durum hâlen bu.

Kitaplığımı geliştirmekteki niyetlerimden biri, bir noktada birileri ile iyi kötü bir şeyler paylaşma isteği idi. Bu noktada kütüphane kullanmama ve kitaplığını başkaları ile paylaşmama güzel bir ironi oluşturuyor. Bir süredir bu durumda, değişiklik yapma niyetim var, bakalım zaman ne getirecek.

Bazıları için 10. baskı olacak ama
Marquis de Sade'nin Sodum'un 120 Günü ve -Erdemin Felaketleri alt başlıklık- Justine isimli eserleri Türkçe yayımlandığı zaman ortaokulda okuyordum. Kitaplar şu anda erişebileceğim bir yerde olmadığı için tam tarih veremiyorum ama 2000 yılı civarında olmalı. Türkçe'ye Düşlerin Efendisi diye çevrilmiş 2000 tarihli Quills filmin yarattığı görece popüler havada Chiviyazıları Yayınevi bir risk almıştı. Bu risk, gazete haberlerine de -büyük olasılıkla sıkı yönetim dönemlerini gören gazeteciler tarafından- "acaba ne kadar süre yasaklanmadan raflarda kalabilecek" şeklinde yansıtıldı. Kitap yasaklanması benim kuşağımın tanıdığı bir uygulama değildi ama nedense "yasaklanır da okuyamazsam" korkusuna kapıldım ve kitapları çıktıkları gibi temin ettim. Korkunun yanında büyük olasılıkla, ergenlikten gelen bir karşı çıkma içinde, yasaklanmış bir objeye sahip olma, saklama arzusu vardı. Sonuç olarak adı geçen kitaplar yasaklanmadı. Hatta yazarın olduğu iddia edilen başka kitaplar da Türkçe'ye çevrildi ve yayımlandı. 13-14 yaşlarında sadizmin kavramına adını veren kişinin eserlerini okumuş olmamın, bugün olduğum şeye evrilmemde ciddi bir etkisi olduğunu hâlâ savunurum. Bunun yanında aradan geçen sürede korkumdan da, ergenliğimden de pek bir şey kaybettiğim söylenemez. Yumuşak Makine'ye dava açıldığını haberini okuduktan sonra yaptığım şey, kitabı satın almak oldu.

Kitaplığıma yatırım yapma sebeplerimden bir tanesi daha korku temelli. Okumak istediğim bir eserin baskısının tükenmesi ihtimali, eseri "temin edebileceğin anda temin etmemde" önemli bir itici olabiliyor. Özellikle, toplamda çok az sayıda basılan eserleri baskısı tükendikten sonra, sahaftan ya da alternatif yollardan temin etme şansın da kısıtlı oluyor. Eminim Soyadaş da bu konuda bana arka çıkacaktır.

Pek çok (ev) kitaplığın(ın) önemli eksiklerinden bir tanesi de sözlüktür kanımca. Sözlük nedir, iyi sözlük nedir ve nasıl kullanılır konularında -kendimi de pek ayrı tutmayarak- çok fikri olan bir topluluk oluşturduğumuzu da düşünmüyorum. Bu açıdan durum tutarlı.

Bookcrossing. Kitapların ortak kullanılan yerlere (duraklar, parklar, lokantalar, vb.) bırakması sureti ile başka insanlara geçmesini ve onların da bu kitapları okuduktan sonra seyahatlerine devam etmelerini sağlayacak şekilde benzer yerlere bırakmalarına dayanan kitap paylaşım sistemi. 2006 yılında bu konuyla ilgili bir yazı da yazmıştım. O zamanlar bu konuda bir insiyatif yürütme çabasında olan Türkçe bir internet sayfası da vardı.

Açık kitaplık şeklinde çevirmenin uygun olacağını düşündüğüm public bookshelf de kitap paylaşmanın şu sıralar popülerleşen ve çok makul bulduğum -hatta sanırım bir açıdan imrendiğim- başka bir yolu. Deutsche Welle'nin konu ve Almanya'daki yükseliği ile ilgili güzel bir haberi* var. Ayrıca aynı mantıkla dünyanın çeşitli yerlerinde -özellikle çocuklar için- bu kitaplıkların küçüklerinden kurulmasını destekleyen, Little Free Library adında bir oluşum var. Şu ana kadar yaklaşık 2500 tane küçük kitaplığın kurulmasına ön ayak olmuşlar. Hatta bu kitaplıklardan bir tane de Türkiye'de varmış. Şehir olarak da İzmir'de.

Yıl oldu 2013 ve ben hâlâ "dijital yayıncılık basın-yayın hayatını kökten değiştirecek" minvalinde bir şeyler söylemedim. Hemen söylemeliyim.

Dijital kitap konusunda hâlâ standartların ve uygulamanın belirlenememiş olması rahatsız edici. Geçtiğimiz dönemde e-ink ekranlar, okuma ortamı olarak çok başarılı bir zemin kurdular. Ancak bu temel üzerinden çalışacak sistem oturmuş değil. Satıcıların açgözlülüğünü doyurabilecek çözüm, kindle benzeri kapalı sistemler gibi görünüyor. Tabi bu, olayın doğasına son derece aykırı. Ama başta belirttiğim üzere daha netletmiş, dünya çapında genel kabul görmüş bir şey yok.

Dijital iletişim teknolojilerini kullanarak etkin bir şekilde kitap paylaşımını amaçlayan pek çok girişim var. İki tanesinden kısaca bahsetmek istiyorum. Bunların ilki neredeyse kişisel bilgisayar kadar eski bir çaba, Project Gutenberg. Yayın hakkı sorunu yaşanmayan, genellikle klasik eserleri ücretsiz, herkesin ulaşabileceği bir şekilde sunan bir internet sayfası. Adı itibarıyla da az önce dem vurduğum "olayın doğası"na karışık, güzel internet sayfası. Açık kütüphane şeklinde çevirebileceğimiz Open Library** adlı site ise adı üzerinde, herkesin erişebileceği, ücretsiz bir kütüphane. Site envanterinde bulunan eserleri, fiziksel bir kütüphanede yaptığınız şekilde, belirli bir süre için  ödünç alabiliyorsunuz ya da tarayıcınız üzerinden -kütüphanede- okuyabiliyorsunuz. 

Son olarak dijital ve okuma kavramları yan yana geldiğinde wikipedia demeden de olmaz. Dedim; kedi.

*Kaynak İngilizce'dir.
**Yazının ilgili bölümünü yazdığım 12.01.2013 tarihinde, sitenin kurucusu Aaron Swartz'ın ölüm haberini aldım. Kötü bir tesadüf oldu. Huzur içinde yatsın.