arama

Pazar, Eylül 07, 2025

dkdt

Draft kutuma düşme tarihi (dkdt): 14.12.2023

Bu blogda daha önce defalarca draft kutumda bekleyenlere değindim. Güncel istatistikleri paylaşmak bu değinişlere neden ihtiyaç duyduğumu güzelce anlatır sanırım. 2006 yılından beri yazdığım bu mecrada, bu güne kadar 167 adet yazı yayınlamışım. Bunun üçte birinden biraz fazlası, yani 65 başlık iste taslak halinde draft kutusunda yer alıyor. Hayatımın en özel kişisi başta olmak üzere bu konuda beni ikaz eden insanlara zaman zaman denk gelmişliğim de var. Hatta buna da dayanarak, blogun 10. yaşını hatırladığım yazımda, adını bu yönde değiştime ihtimaline bile değinmiştim. Bunun öncesinde de, 2014'te Bencillik ya da Darft Kutusu başlığını düştüğüm bir şeyler karalamışım ama ironin en kuvveti şekilde vucüt bulabilmesi için bu yazı da taslağın ötesine geçememiş. Belki draftception adıyla sinemada değerlendirmeliyim bu durumu. 

Şaka bir yana aklıma düşen bazı şeylerin pişmesi beklediğimden uzun zaman alabiliyor. Bu sürede bu fikirlerin bazıları eleniyor. Zaman zaman geriye dönüp bunları temizliyorum. Bazıları ise ne kadar uzun zaman geçse de orada durup yayınlanacak hale geleceği günü bekliyor. Bunun da en iyi örneği, tamamlanmayı 10 sene kadar bekleyen İstanbul II'dir herhalde. 

ODTÜ Sanat 20 yergisinin iv başlıklı bölümünde değindiğim kaygılara bir tezat içeriyor gibi görünse de burada yapmak istediğim güncel bir konudan sıcağı sıcağına bahsetmek değil. Daha ziyade, değinmek istediğim şeyden bahsetmemin ne kadar sürdüğünü -öncelikle kendime- göstermek. Bu da burada yazmka istediklerim hakkında belki bana bir açıdan yol gösterici olabilir. Ayrıca bir noktada yazıya dönerse bu fikrin ne zaman başladığı ve okunabilir hale ne kadar sürede geldiğini paylaşmamın da okura saygı olabileceğini düşündüm. Bu sebeplerden ötürü en azından bir süre bu tarhi notlarını düşmeyi planlıyorum.

Bu yazıyı aklıma düştüğünden beri yazmaya başladığım taslaklara dkdt ekliyorum. Yani, bundan sonra gelecek yazıların bir çoğunda bu tarih görülebilir olacak. Bu yazıyı oluşturmaya başladığımda böyle demişim ama aradan geçen bunca zamana ve bu zamanların getirdiği imkana rağmen başında dkdt yazan ilk yazı bu açıklamadan önce blogda yerini aldı. Bu da merak eden olursa diye, pek bekletmeden peşinden geldi.

Güncelleme

dkdt: 16.12.2023

Aslında bu yazıyı yukarıdaki tarihte görebileceğiniz gibi 2023 biterken, birazda bir yıl sonu raporu gibi düşünerek kaleme almaya başlamıştım ama ancak bugüne geldi. Bu da 17 sene boyunca sürdürdüğüm bir ısrarın kesintiye uğradığı anlamına geliyor. Kendimi savunmam gerekirse burada anlatmayı planladığım dönemde insanlık için küçük ama benim için son derece büyük bazı gelişmeler yaşandı. Bunları hak ettiğini düşündüğüm şekilde aktarmayı bir türlü beceremediğim ya da becerebileceğimi düşündüğüm bir durumda bulunmadığıma kani olduğum için sürekli ertelenegeldi ve bu ana ulaştı. 

O zamandan bu zamana neler olduğuna bir şekilde bakma:

İlk olarak 2023'e bakınca diğer her şeyin yanında küçük bir ayrıntı seviyesinde kaldığ bu yazının da ağırlık merkezine oturacak, tek bir olay öne çıkıyor. O da bir süredir hayatımzıı birleştirmeye çalıştığımız Büşra ile resmen evlenmiş olmamız. 

Bunu da peşi sıra, içimize sinen bir şekilde kutlamamız takip ediyor. O güzel akşamın bir anısı olarak şu fotoğraf da burada dursun:




Kendisinin hayatımdaki yeri resmiyet kazanmışken Büşra'yı buraya yazmaya ikna ettiğimi de mutlulukla söyleyebilirim. Kıdemli editör Selahattin Özpalabıyıklar'ın mesleğiyle ilgili denemelerini topladığı ilk kitabın adı olan "İtalik Benim" ile anlattığı gibi yazı tiplerini ya da renkleri paylaşmalıyız kendisiyle ki ortak yazılarda nereyi kimin yazdığı belli olsun. Son sözü söyleme merakımdan dolayı beyaz bende kalır herhalde ama kırmızının kimde olacağı kesin:

Merhaba ben Büşra. Yıllardır okuduğum, bir parçası hissettiğim bu bloga yazma şansım olduğu için çok mutluyum. Sayın Emre Yılmaz beyefendi ile hayatlarımızı, en önemlisi kütüphanelerimizi birleştirdik. Birlikte keşfetmeye, okumaya, öğrenmeye ve yürümeye devam ediyoruz ☺

Yukarıda belirttiğim resmiyetten sonra sıra biraraya gelmekti. O da tahmin ettiğimden daha uzun ve yıpratıcı bir süreç oldu. Ama nihayetinde geç ve güç olsa da geçtiğimiz Eylül ayında Büşra'nın yanına taşınabildim. Şimdi onun Almanya'da kurduğu düzene eklemlenmye çalışıyorum ya da başka bir deyişle birlikte bir düzen kurmaya çalışıyoruz.kedi

Çarşamba, Aralık 13, 2023

Üslûp hakkında daldan dala

Üslûp bu internet çağında daha da karmaşık bir konu haline geliyor düşüncesindeyim. Teknolojinin yaygınlaşması, ve buna bağlı olarak üretimin imkanlarının artması, türler arası alanlarda tercih ve üretim yapmayı kolaylaştırıyor. 2009 yılında, burada, buna -çok dolaylı da olsa- değinen bir yazı yazmıştım. 

Çok değil, yüz yıl kadar önce bir yazıyı bir görüntüyle -hele de renkli bir görüntüyle- zenginleştirmek, büyük zahmet gerektiren, zaman alan ve pahalı bir eylemdi. Şimdi ise müzik, video ve yazıyı bir araya getiren interaktif içerikler birkaç saniyede hazırlanıp herkese ulaştırılabiliyor. O kadar geriye gitmeye de gerek yok. Daha 5-10 yıl kadar önce Twitter yazı, Instagram fotoğraf, YouTube ise video için özelleşmiş alanlardı. Ama şu anda, bu üçü arasındaki sınır çokça belirsizleşmiş durumda.

Ben, içerik adıyla sınıfsızlaştırılmış bu tür şeyleri hazırlamak konusunda çok becerikli değilim. Fakat Jon Fosse'nin bu sene Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanmasını takiben okumaya başladığım ilk romanı olan Melankoli I-II ile ilgili yorumumu iki görsel kullanarak, çok daha etkin yapabileceğimi düşüncesi geldi aklıma. Ya da sadece böyle yapmak istedim. Ama sonrasında, bu olasılık beni yukarıda hatırlattığım blog yazısında da kafamı kurcalayan konuya geri getirdi. Ne kadar açıklama yapmalıyım? Paylaşmayı arzuladığım iki görüntünün ilki olan resmin adının Melankoli III olduğunu söylemem yeterli mi mesela? Yoksa ressamının Edvard Munch olduğunu da eklemeli miyim? Peki eğer bunu eklersem, Munch'un da romanın yazarı ve baş kahramını gibi Norveçli olduğuna da değinmem gerekir mi? Ya da hepsini, resmin senesiyle de birleştirip "Melankoli III Norveçli ressam Edvard Munch tarafından, Norveçli yazar Jon Fosse'nin Melankoli I-II adını verdiği romanının baş kahramanı olan Norveçli ressam Lars Hertervig'in ölüm yılı olan 1902'de yapılmış bir resim olması açısından da bu kitabı takip ediyor hissi uyandırıyor" mu demeliyim? 

Edvard Munch - Melankoli III (1902)* [kaynak: MoMA]

İkinci görüntü ise anlatımın benzer şeyleri tekrarlayarak genişlemesini ve bu genişlemeyi yaparken de aynı merkez etrafında tekrarların döngüsel hareketini göstermesini arzu ettiğim fraktal temsili olmalı. Ama bunu da açıklamam gerekir mi? Yoksa bir önceki görseli açıklamak için kullandığım metinde, anlatımın bu görselle özdeştirdiğim özelliklerini kullanmaya çalışarak mı vurgulamayı denemeliyim?

Fraktal [kaynak: American Physical Society]

Cuma, Şubat 03, 2023

ODTÜ Sanat 20

I
Daha önce de bahsetmiştim*, resim başta olmak üzere plastik sanatlar ilgimi çeker. Bu konuda akademik bilgim yok denecek kadar az olsa da müze, sergi, galeri gezmek ve fırsat olursa sanatçılar, eserler, etkinlikler hakkında birşeyler okumak, dinlemek -hatta bunlara dair sohbet etmek- hoşuma gider. Rafine olmayan bu ilgim, çok obur bir şekilde, sanat tarihinin kapanmış dönemlerinde verilen eserleri müzelerde görme isteğiyle birlikte, güncel eserleri galerilerde, sergi salonlarında takip etme çabasını da içeriyor. Bende bu günceli takip etme fikrini yerleştirip, bana bu konuda en istikrarlı şekilde yardımcı olan etkinlik, ODTÜ Sanat Festivali kapsamında düzenlenen sergiydi diyebilirim sanırım. Festival ana mekanı olan ODTÜ Kültür Kongre Merkezi’nin sergi salonu ve fuayelerinde, festival süresince ziyarete açık olan bu sergilerde, belli bir tema çerçevesinde, hem ODTÜ koleksiyonundan eserler hem de bu etkinlik için ulaştırılmış, üretilmiş eserler ziyaretçilerin beğenisine sunuluyordu. Küratörleri, tercihleri ve sanatçıların özgün işleri ile -özellikle memlekette- çağdaş sanatın nerede olduğunu ve (bazen nereden geldiği ile birlikte) nereye gittiğini görmemi sağlamış bir etkinlik olarak bende yeri hep ayrı olmuştur. Son 13 senesini takip etme fırsatı bulduğum bu etkinlikle ilgili, biten bir şeyden bahseder gibi bir ton takınmamın nedeni de -büyük ölçüde- ziyaret ettiğim sonuncusu olan 2019 sergisi. Şimdi biraz bundan bahsedeceğim.

Festival kapsamında ziyaret ettiğim sergilerin katalogları.

II
2013 yılından beri ODTÜsanat olarak adlandırılan ODTÜ Sanat Festivali’nin 20'incisinin düzenlendiği 2019 yılında da serginin her zamanki merkez mekanı olan, ODTÜ Kültür Kongre Merkezi'nin ana fuayesinde yer alacağı etkinlik programında duyurulmuştu. "Kampüste Sanat" başlığıyla tanımlanan şeyin önceki yıllardaki sergilerden farklı, bambaşka bir şey olduğunu ise ancak ziyaret edince anlayabildim. Aşağıdaki fotoğraflar yeterince iyi aktarabilecek mi emin değilim ama boşvermişliğin vücüt bulmuş hali denebilecek seviyede bir özensizlik, ilgisizlik ve baştan savma hali vardı mekanda. Kurulu alan, önceki yıllarda doldurup taştığı ana mekanın yarısını bile kaplamıyordu. Buna rağmen kullandığı alanda öyle bir boşluk görüntüsü vardı ki sanki içeriği olduğundan daha kalabalık gösterip, fazla yer kaplamatmak için çaba gösterilmiş ama -14pt font ve çift boşlukla yazılan tüm raporlarda olduğu gibi- bunda -da- başarısız olunmuş.




Şehir ve Bölge Planlama Bölümü'nden Bahar Gedikli'nin, kataloğunda düzenleyen olarak göründüğü sergideki bu baştan savma tavrın benim için ilk göstergesi tabii ki serginin kapsamıydı. Zaten kampüste ulaşılabilir yerlerde yer alan ve kamuya açık olan eserlerin listelenmesine sergi denebilir mi hala emin değilim. Bu listeleme, eserlere dair açıklamalar, belgeler, tanıklıklar veya eserlerin birbirleriyle ya da başka eserlerle, olaylarla, vb. bağlantıları ile birlikte sunulması halinde** belki anlamlı ve ilgi çekici  olabilirdi ama böyle bir zenginleştirme de yapılmamıştı. Hatta tam tersine sunulan kısıtlı materyalle ilgili bilgi eksikleri de vardı. 
ODTÜ kampüsünde en yaygın buluan heykeller, tarihsel önemi olan bazı insanların büstleri olduğu için -karşılıklı iki duvardan oluşuyor gibi düşünülebilecek- sergi alanın duvarlarından biri de doğal olarak, tamamen bunlara ayrılmıştı. Yalnız heykellerin duvar boyunca yan yana sıralanan fotoğraflarının hemen altında, büstlerin temsil ettiği kişinin isminin yazılması için ayrılmış alanların bazılarında “Bilinmiyor” ve “İsimsiz” yazıyordu. İki farklı anlama gelen bu iki ifadenin büyük olasılıkla aynı şeyi anlatmak için, tutarsızlık yaratacak şekilde kullanılması bir yana, böyle bir sergi düzenleme iddiasında olanların bu şekilde bir bilgi eksikliğini gidermemiş olmaları, benim açımdan kabul edilemez bir özensizliğin göstergesi. 
Heykellerin siparişleri ve kabulleriyle ilgili yazışmaların okul arşivlerinde yer alması gerektiğini veya bunlara dair bir yerlerde (arşiv, kütüphane, vb.) eski fotoğraflar ve yazılar olması ihtimalini bir kenara bıraksak bile, büstlerin ilgili bölümlerin çevrelerine yerleştirildiği düşünülünce kayıp olan bu bilgilerin kolayca bulunabileceği fikrindeyim. Mesela ben aşağıdaki bu “İsimsiz” büstü Antoine Lavoisier‘e benzettim. Meşhur kimyagerin neredeyse bütün resimlerinde, heykelin de yaptığı gibi, yukarı köşeye bir bakış atar şekilde gösterilmiş olması açısından da tutarlı olabilir bu tahmin. Eğer büst Kimya Bölümü civarında bulunuyorsa, bu tahminimi daha da güçlendirirdi ama sergide hangi büstün kampüsün neresinde görülebileceğine dair bir bilgi de paylaşılmamıştı.

Antoine Lavoisier

"İsimsiz" büst (solda) ve 1743-1794 yılları arasında yaşayan kimyacı Antoine Lavoisier'i temsil eden gravür (sağda)

Benim için boşvermişliğin tepe noktası ise aşağıda fotoğrafını görebileceğiniz Domingo Notaro'ya ait bronz heykel idi. Bir dönem Türkiye'ye görece sık gelen ve bu dönemde haberlerde kendisinden "Picasso'nun öğrencisi" olarak bahsedilen sanatçının 2005-2007 yılları arasında ODTÜ ile de bir takım ilişkileri olmuştu. Bu süre zarfında bir dönem ODTÜ'de kalan ve burada çalışmalar yapan sanatçı, takip eden dönemde üniversitenin teknik olanaklarını kullanarak mikroskopik bir heykel üretmesiyle de gündem olmuştu. En sonunda bu dönemde yapılan çalışmaları göstermek için, bu yazının konusu olanla aynı mekanda, bir sergi düzenlenmişti. O sırada okulda olduğum için bu ziyaretin, çalışmaların ve serginin çok ses getirdiğini net bir şekilde hatırlıyorum ama hafızama güvenmeyip internette arattığımda da o günlere ait şu haber-ler-i bulabildim. Bu serginin merkezinde birbirini takip eden taslaklar çizimleri ile olgunlaşma süreci de gösterilen bir eser vardı ve tahmin edilebileceği üzere o eser bu heykeldi. Bunları anlatmama sebep olan özensizlik ise bahsedilen heykeli sergi mekanından ayıran tek şeyin -ikinci fotoğrafta da görülebilen- camekan benzeri bir yapı olmasına rağmen bu nesneye yer verilmemiş olması. Serginin en uzak köşesinden bile rahatlıkla görülebilen, organik şekilde gösterime dahil olan böyle bir eserin, bu temada yer bulamamasının tek sebebinin gözden kaçmasına yol açan bir baştan savma tavrı olabileceğini düşünüyorum.



Serginin geneliyle ilgili, aceleye gelmiş, son dakika tamamlanmış hissi de veren bu özensizliğin sebebiyle ilgili, o dönemde türlü dedikodu da dönmüştü. Bunların doğruluğundan bağımsız olarak gördüğüm şey karşısında büyük bir hayal kırıklığına uğradığımı rahatça söyleyebilirim. Ve hala, her ne sebepten olursa olsun, ortaya böyle bu ürün çıkaranların da bu kalitesizlikten ötürü utanmaları gerektiği düşüncesindeyim.  

III
Bu yazıyı sergiyi ziyaret ettiğim 2019 nisanından bu yana yazmak istiyorum. Kafamda kurguladığım ilk halinde, yazının sonuna doğru, gelecek sene (2020) bu serginin düzenlenmeyeceğine dair bir kaygımı dile getirecektim. Bu kaygımın, öngördüğüm şekilde gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini öğrenme şansımız olmadı. Çünkü maalesef 2020 nisanında hemen herkes küresel salgın etkisinde bir telaş halindeydi ve hatırlanacağı gibi, salgın önlemleri kapsamında toplu etkinliklerin yapılması gibi bir ihtimal de yoktu. Sonraki yıllar da benzer şekilde geçti. Şu andaki durumu bilmiyorum. Belki insanların aklından böyle bir organizasyon yapma fikri tamamen çıkmıştır ya da -bu durum hala geçici olarak değerlendirilip- salgın, bu yıl (2023) için bile bir gerekçe olarak dile getiriliyordur. Veya belki -benim için en beklenmedik bir şekilde- verilen uzun aradan sonra bu sene ODTÜsanat21 yapılır. Ama yapılsa bile yukarıda sergi için anlattığım durumun değişeceğine dair herhangi bir beklentim yok. Yazımın az önce bahsettiğim ilk kurgusunda, anlattığım olayın, mevcut rektörün görev süresi içinde olmasının bir tesadüf olmadığını düşündüğümü dile getirerek noktayı koymayı planlıyordum. Ama yazıyı, aradan bu kadar zaman geçtikten sonra yazınca, kapanışta bu zamana, ertelenmeye dair de bir şeyler söylemek isteğim belirdi. Fakat yine bu geçen zamanda kampüs genelinde yapılan toplu etkinliklerin -sınırları çok kesin ve sert şekilde çizilmişleri dışında- hemen hepsinin çeşitli sıkıntılarla  gündeme gelmesi, bu denk gelişin tesadüf olmamasına dair düşüncemi güçlendirdiği için bunun en azından bir noktalı virgül olarak burada durmasını istiyorum.

iv
Yukarıda da bahsettiğim gibi bu yazıyı sergiyi ziyaret ettiğim zamandan beri yazmak istiyordum. En başta, sergi hala ziyarete açıkken belki kısıtlı da olsa bir tartışma ortamı yaratabilecek bir güncelliği de vardı. Ama benim yazma sürelerim düşünüldüğünde aslında var olmadığı kolayca görülebilecek bu ihtimalin illüzyonu da kısa bir süre sonra ortadan kayboldu. Ondan sonra zaman olarak içinde kalmak istediğim aralık, takip eden yaklaşık bir senelik süreydi. Burada da bir sonraki edisyon için öngörüyü hala anlamlı kılacak bir pencere vardı. Ama sonra o da geçti. Ondan sonra, salgın süresince, zaman algısı hemen herkes için epeyce büküldü zaten ama ben bir iki daha niyetlendim. Bu bölümü yazma fikri de o denemelerimde belirdi. İçinde bulunduğumuz çağın belki tanımlayıcılarından biri olabilecek olan "anındalık" hissinin ve bunun yarattığı telaşın bendeki yansımalarına dair birşeyler söylemek istedim. 
Başta bir zamanı kaçırıyormuşum hissiyle yazıyı "yetiştirmeye" çalışıyordum. Sonrasında bu yazının öngörülmeyen bir zamanda gelmesinin ve belki pek çokları için bağlamdan kopuk olmasının da bu yazının sebeplerinden biri olabileceğini düşündüm. Çünkü bazen bu hissi kaybedip çok mekanikleşiyor olsam da burası benim öznel notlar tuttuğum ve önemseyenlerle paylaştığım kişisel bir mekan. Ben gazeteci değilim. Belli bir konuyu, belli bir şekilde ve belli zamanda sunmak gibi bir yükümlülüğüm yok. Bu son söylediklerimi de okurdan çok kendime söylüyorum mesela; ama bunu da varmak istediğim yere, oradan gitmek istediğim için yapıyorum. Varmak istediğim yer ise bu yazıda bahsettiğim konunun sunulacağı en iyi zamanın bugün olduğu. Çünkü yukarıda bahsettiğim ve bende bir hayal kırıklığı yaratan sergiyi unutmuyorum ben. Böyle olduğu sürece de hetrhangi bir yerde gezdiğim bir sergide, bir kampüs ziyaretimde ya da okulla ilgili haberlerle karşılaştığımda, vs. bazen aklıma geliyor bu olay ve o andaki donelerle, yeni kurulan bağlantılarla onu tekrar konumlandırıyorum. Yani özetle tartışmaya devam ediyorum. Bu tartışmanın, şiddeti ve yoğunluğu hep değişiyor. Ama unutmadığım yani tartışmaya devam ettiğim sürece, hakkında söyleyecek taze bir şeylerim hep oluyor. İşte o andaki tazeliğini yazı formunda sabitlerdiğim ve sunduğum zaman da hep en iyi (ve tabii ki aynı anda en kötü) zaman olacak gibi bir fikrim var. (Ya da kendimi böyle kandırmak istiyorum.) Bu, blogda bahsettiğim hemen her şey için böyle sanırım. 
Hakkında yazdıklarım, nesnel gerçekler olarak zamansız değiller. Ya da güncel konularda erken ve keskin tavırlar alarak bundan fayda üretmeye çalışan bir konumum da yok. Aksine uyaranların fazlalığı ve hızı ile ilgili her geçen gün artan bir rahatsızlığım var denilebilir herhalde. O yüzden zamanın eleğinden biraz daha faydalanmanın iyi bir fikir olabileceği düşüncesindeyim şu aralar. Bunu da 2019 yılında gezdiğim bir sergi ile ilgili yazdığım yazıyı 2023 yılında nihayet tamamlarken dile getirmek istedim.

*Mesela şu notta, yazının konusu olan etkinliği de anarak değinmişim buna.
**Akışı kesmemek için metin içinde paylaşmadım ama konu olarak ODTÜ Kampüsü ile ilişkisinden dolayı paylaşmadan da edemeyeceğim Salt'ın 2017 tarihli İşveren Sergisi bu alanda ülkede gördüğüm yetkin örneklerden biriydi. Künyesinde katkı veren olarak ODTÜ Mimarlık Fakültesi de yer aldığı sergi, İstanbul'dan sonra 2018'de Ankara'ya da uğramıştı.

kedi


Perşembe, Mart 31, 2022

Çok gecikmiş olsa da yine yeni yılı karşılamak için geçen yıldan 3 kitap hakkında bir yazı

Geçen senenin ilk yazısında, bir önceki sene okuduğum kitaplar arasından seçtiğim üç tanesinden bahsetmiştim. Blogu pek etkin kullandığımı söyleyemeyeceğim 2021’in diğer yazısında da kitaplardan bahsettiğim için “acaba kişisel blogum bir tür kişisel edebiyat ortamına mı daralıyor” diye kaygılanmamı bir kenara bırakacak olursak, geçen seneki bu ilk yazımdan epeyce keyfetmiştim ve bunun için bu sene de açılışı aynı temayla yapmak fikrindeyim.


Yine geçen seneki yazıda da değindiğim üzere bu kitapları, biten seneyi bir şekilde özetlemek ya da hatırlatmak amacıyla seçiyorum. Yoksa bu üç kitap sene boyunca okuduklarım arasından seçilen edebi açıdan en başarılı bulduklarım, en çok etkilendiklerim, en beğendiklerim, vb. bir “en”ler listesi değil.

Bu açıklamayı tekrarladıktan sonra ve kitapları sıralamaya başlamadan önce kısa bir özet yapacak olursam seçim yapmanın görece zor olduğu bir sene olduğunu söyleyebilirim. 2021 hem Veba Geceleri ile Orhan Pamuk’un hem de Doğum Lekesi Gibi Bir Gülümseme ile Barış Bıçakçı’nın yeni kitaplarının yayımlandığı, olağan şüphelileri çok kuvvetli bir seneydi. İkincisini daha çok olmakla birlikte iki kitabı da beğenmeme rağmen geçen seneye dönüp baktığımda aklıma daha önce geleceğini düşündüğüm başka kitaplar var. Bu kitaplar, sene içinde ilgilenme sırama göre şöyle:

The Books of Earthsea: The Complete Illustrated Edition

The Books of Earthsea, Ursula K. Le Guin (çiz. Charles Vess)
Saga Press (New York), Ekim 2018

2021 benim için öncekilerden daha belirgin bir şekilde tekrar okumaların senesi oldu. Yeni Hayvan Çiftliği çevirileriyle başlayan senede, Nahid Sırrı Örik'in Kıskanmak'ını on yılı aşkın, Frank Herbert'ın Dune'unu yirmi yılı aşkın süre sonra tekrar okudum. Geçen sene yazdığım diğer blog yazısında da değindiğim üzere, hem kendimle hem de yazarıyla ilgili denk gelişler sonucu bu yılın ortasında İlahi Komedya ile de çokça zaman geçirdim. Onun çevresinde İlyada, Odysseia, Aeneis, Yitirilen Cennet gibi aynı doğrultuda saydığım başka büyük lirik eserlere de çokça dadandım diyebilirim herhalde. Bunlardan biri (özellikle yıl boyunca adını bazı talihsiz olaylar dolayısıyla da çokça andığım İlahi Komedya'nın Ayçin Kantoğlu çevirisi) de bu seçkide yer alabilirdi. Ama geçtiğimiz sene, bana daha önceden okuduğum metinlere tekrar dönme sebebi ve imkanı veren daha müstesna bir eser var, o da Ursula K. Le Guin’in en önemli eserlerinin başında gelen Yerdeniz serisinin toplu ve resimli baskısı.

En özel kişiden gelen bir hediye olarak zaten hayatıma çok avantajlı bir giriş yapan bu eser aynı zamanda içeriği ve sunumuyla bir nesne olarak da çok ilgi çekici ve etkileyici. Bu büyük boyutlu, sert kapaklı, şömizli, resimli, yaklaşık bin sayfalık ciltte, Ursula K. Le Guin’in Yerdeniz evreninde geçen beş roman ve bir öykü kitabı biraraya getirilmiş. Bu altı kitaplık seri, sonuna eklenmiş A Description of Earthsea adlı açıklama bölümü, The Word of Unbinding, The Rule of Names, The Daughter of Odren, Firelight adlı dört öykü, Earthsea Revisioned adlı değerlendirme metni ve kitaplara eşlik eden resimler ile zenginleştiriliyor. Adı geçen öykülerin ilk ikisi, serinin başlatıcısı olan Yerdeniz Büyücüsü’nden önce kaleme alınmış ve Yerdeniz evreninin sınırlarını çizmeye başlamış. Yazarın kaleme aldığı giriş yazısında, başta yer alan Yerdeniz haritasının da yine bu dünyayı oluştururken kendisi tarafından çizilen haritanın bir kopyası olduğu belirtilmiş. 

Metne eşlik eden çizimler de Charles Vess tarafından resmedilmiş. Çizerin notunda bu resimlerin, yazar hayattayken onunla iletişim halinde ve yönlendirmesiyle yapıldığını söylüyor.

Yerdeniz serisi ilgili aslında söylenecek çok bir şey yok. Hala büyüme konusunda okuduğum metinler arasında beni en çok etkileyeni. Özellikle çocukluktan çıkışı (coming to age) anlatan üçlemenin benim için yeri çok ayrıdır. İlk okuyuşum serinin -yıllar sonra gelen- dördüncü kitabı olan Tehanu’dan sonra tıkanmıştı. Bunu takiben verdiğim uzun bir aradan sonra Yerdeniz Öyküleri ve Öteki Rüzgar ile tamamlamıştım destanı. Şimdi aradan geçen zamandan sonra ilk kitapların hissi benim için hala benzer kalırken, o zaman benim için serinin en zayıf parçası olan Tehanu da -herhalde geçen zamanla birlikte- bana daha çok şey ifade eden bir hal aldı. Şu haliyle rastgele bir sayfasını açıp okumaya başladığımda kapılıp gittiğim, çok keşfettiğim, kusursuza en yakın bir eser benim için.

Listede adını andığım bu ilk kitabı özel yapan şeylerden biri de nereden geldiği. Kimden geldiği ile özelleştiğine az önce kapalı bir şekilde değindiğim kitabın kadınlar tarafından kurulup işletilen bağımsız bir kitapçıdan alınmış olaması da bu kaynağı zenginleştiriyor. Bir süredir kafamı kurcalayan ve bir noktada düşüncelerimi toplayıp üzerine daha çok söz etmek istediğim “zincir, kitapçı, yerel, bağımsız, vb.” kavramlar ile de ilgili olması açısından da özel olan bu kitap kaçınılmaz bir şekilde bu senenin listesininde kendine yer buluyor.

Karıncaların Günbatımı

Karıncaların Günbatımı, Zaven Biberyan (çev. Sirvart Malhasyan)
Aras Yayıncılık (İstanbul), Mart 2019

Geçen seneki yazıyı bitirirken bu sene için adını andığım kitaplardan biri de bu eserdi. Bir süreden beri yazarla tanışmak istiyordum ve senenin daha erken bir zamanında Yalnızlar adlı romanını okuyarak bu isteğimi gerçekleştirdim. Senenin sonuna doğru yaklaşırken de nihayet Karıncaların Günbatımı ile buluşabildim ve son zamanlarda okuduğum en etkileyici metinlerden biri ile böylece karşılaşmış oldum.

Kitap Türkçe’de ilk kez 1998 yılında Babam Aşkale'ye Gitmedi başlığıyla basılmış. Yayınevinin, o dönem Salkım Hanım’ın Taneleri kitabı ve sinema adaptasyonu sayesinde oluşmuş ortamda daha görünür olacağını öngördüğü için bu adı tercih ettiği, orijinal adının motamot çevirisi ile yapılan, düzenlenmiş yeni basımların sunumunda belirtmiş. 

II. Dünya Savaşı bitimiyle üç buçuk yıllık Nafıa askerliğinden dönen başkarakter Baret’in kendini içinde bulunduğu ortam ve burada konumlanma süreci şeklinde yüzeysel bir şekilde özetlenebilecek bir konusu olan roman, anladığım kadarıyla çokça otobiyografik öge de içeriyor.  Ölçüsüzce yüksek çıkartılan Varlık Vergisi borçlarını ödemektense çalışma kampına gitmenin -en azından dilde- sıradan bir vaka olarak yaşandığı ortamda uygulamanın arzu ettiği gayrimüslimden müslime servet transferine ek olarak, gayrimüslim topluluklarında elitin uzaklaşması ve daha az eğitimli, yoz kitlenin zenginleşmesi ortamında, savrulan bir insanın hikayesi -bana Rus klasiklerini hatırlatan ama aslında çağdaş ve yerel olan bir sesle- son derece yetkin ve etkileyici bir şekilde dile getirilmiş. Böyle bir eserin yakın zamana kadar görmezden gelinmesi bu övgü ile tezat oluşturuyor gibi gelebilir belki. Ama yazarın kendi cemaatinin de hoşuna gitmeyecek şeylerden bahsetmekten çekinmemiş olduğunu düşündüğüm için bu durum bana şaşırtıcı gelmiyor. Böyle, kimseye yaranma derdi olmadan eser veren yaratıcılara her zaman saygı duymam da esere karşı duyduğum ilgide pay sahibi olabilir. Ama her haliyle 2021 yılını düşündüğümde aklıma gelecek eserlerin başında yer alacak bu roman.

Buluşmanın 1921 doğumlu yazarın 100. yaşına denk gelmesi de güzel oldu kanımca. Bu yıldönümü çevresinde yazarın görünürlüğünün ve kendisiyle ilgili üretimin artması, buluşmayı büyük bir tesadüf olmadan çıkartıyor tabii, ama hoşluğunu ortadan kaldırmıyor. Hatta bunun ötesinde, eserin bu yılla olan ilişkisini de perçinliyor.

Bereketli Topraklar Üzerinde

Bereketli Toprak Üzerinde, Orhan Kemal
Everest Yayınları (İstanbul), Ağustos 2021

Yine geçen seneki yazıda dile getirdiği isteklerimden biri de 2021 yılında bir Orhan Kemal kitabı okumaktı. Sene bitmeden bu isteğimi yazarın 1954 tarihli romanı Bereketli Topraklar Üzerinde ile gerçekleştirdim. Yıl, aralık başında bitseydi, bu eser büyük olasılıkla burada adını anmayacağım diğer kitapların yanında kalacaktı. Fakat geçen sene okuduğum son metinlerden biri olan bu roman, okurken aldığım bir haberle birlikte, benim için -aksi mümkün olmayan bir şekilde- bu yılı düşündüğümde aklıma gelecek ilk kitap olarak yer etti.

İki Kemal’ler olarak dimağımda yer tutan Yaşar Kemal ve Orhan Kemal, doğup büyüdüğüm topraklarda yetişmiş ve buradan seslenen iki dev olarak lise çağımda “bu zamana kadar nasıl oldu da okumadım” diye kendime kızarak tanıştığım ve o günden bu güne zaman zaman tekrar dönerek benim için yeni olan eserlerini keşfettiğim yazarlar olmuştur. Bahsettiğim hemşehrilik ilişkisinden ötürü her zaman bir aşinalık hissettiğim bu iki yazardan Orhan olanına çeşitli sebeplerden ötürü ayrı bir yakınlık daha geliştirdim geçen zamanda. Şimdi bu yakınlığı mümkün kılan bağlantıda bir kesinti oluştu. Benim bu kitapta anlatılan zamanla, insanlarla birinci elden kurduğumu düşündüğüm bağ koptu. Yazarın satırlarını elle tutunabilecek derecede gerçek kılan yakınlığın solduğu o anda elimde bu kitabın olması da senenin son tesadüfü oldu ve sadece 2021 denildiğinde değil, Orhan Kemal denildiğinde de aklıma gelecek ilk eseri, -edebi bağlamından tamamen kopuk bir halde ve- kolayca değişmez bir şekilde, belirledi.

          

2020 yazısını bitirken söylediklerime büyük ölçüde sadık kalmış görünen bir metin var yukarıda. Büyücü fotoğrafından Karıncaların Günbatımı’na, Le Guin’den Orhan Kemal’e sene için beklentilerime uygun bir görüntü var yukarıda. Yazıda Orhan Pamuk’un adını andım zaten; ama yine geçen seneden gelen ve adları anılmayan Yaşar Kemal ve Haruki Murakami de vardı 2021’de. Sanırım biraz da bu açıdan, yaşanan seneye yol gösterici olduğu için, bu değerlendirme fikrini tekrar uygulayacak kadar beğendim. Fakat geçen seneye sığdırmak istediğim Sus Barbatus! 2 yoktu maalesef orada. Veya 2666. Veya Benim Olağanüstü Akıllı Arkadaşım. Bu isimleri 2022’ye taşıyorum burada. Onlara yine bir takım hacimli eserler eşlik edecek. David Grossman’dan Ülkenin SonunaJaume Cabré’den İtiraf Ediyorum ve Mario Vargas Llosa’dan Dünya Sonu Savaşı bu sene en azından birkaçını okumak istediğim romanlar olarak beliriyor. Bunlara ek olarak klasik okumaları da yapmak istiyorum. Ne zamandır rafta olan Moby Dick ve Büşra ile bu sene birlikte okuruz diye konuştuğumuz Savaş ve Barış ufukta görünenler. Ve yine geçen sene bahsettiğim ama gerçekleştiremediğim “uzun, uzak bir yolculuğa çıkma olanağım olursa yanıma bir cilt Seyahatname almak niyetim” de devam ediyor. Bakalım bu sefer nasıl bir yıl olacak. Belki gelecek senenin ilk yazısında da yine bu değerlendirmeyi yaparım.kedi