arama

Pazar, Kasım 02, 2025

The Diplomat ve videoları üzerine

dkdt: 02.11.2025

Bu haftasonu Büşra'nın önayak olmasıyla The Diplomat isimli Netflix dizisine başladık ve ilk iki sezonunu tabiri caizse binge watching yaparak bitirdik. Dizi, yer yer "yok artık" dedirtse de bölümleri ardı ardına açmaya sebep olacak kadar merak uyandırıcı ve tempolu bir şekilde ilerliyor. Senaryosunda çokça tekrarlayan bir kavram ile ifade etmek gerekirse, sıkça pivot yaparak ilgiyi canlı tutuyor da diyebiliriz sanırım.

kaynak: Netflix

Dizinin yaratıcısı Debora Cahn'ın kariyerinin The West Wing'de senaristlik ve yapımcılık yaparak başlamış olmasının, Aaron Sorkin'i hatırlatan uzun ve karmaşık cümlelerle kurulu tempolu konuşmaların dizde bolca yer almasına etkisi olmuştur diye tahmin ediyorum.

Benim diziden haberdar olmamı sağlayan ise ABD Dışişleri Bakanlığı'nın diziyle ilgili bir fact-check videosu yayınlamasıydı. Sonradan bakınca gerçek diplomatlara diziyle ilgili bu tarz videolar hazırlatan tek şöhretli kurumun bu olmadığını da gördüm. Aşağıdaki listede ilk değindiğime ek olarak, dizini başladığı mekan olan ABD'nin Londra Büyükelçiliği'nin, dizide bolca yer alan Birleşik Krallık Dışişleri Bakanlığı'nın, Amerikan kariyer diplomatlarının membaı olan Georgetown Üniversite'sinin ve son olarak yeni sezonuyla ilgili olarak Münih Güvenlik Konferansı'nın hazırladığı videolar var. Herbirinin farklı motivasyonlarla hazırlandığını düşündüğüm bu yüksek profilli videoların çoğunun görece az ilgi görmüş olması ise bence şaşırtıcı. Ben özellikle BK Dışişleri Bakanı'nın videosunun daha fazla izlenmiş olması gerektiğini düşünüyorum.

Dizinin yayınlanmaya başladığı dönemde ABD'nin Londa büyükelçisi olan Jane Hartley'in dizi hakkında konuştuğu küçük videonun alındığı yer ise dizinin podcasti imiş. Bu yazıyı hazırlarken haberdar olduğum, hazırlayanın Lordlar Kamarası üyesi İskoçyalı bir kadın olmasının da ilgi çekici bir detay olduğunu düşündüğüm, ama henüz dinlemediğim bu podcasti de şuraya koyalım. Dizilerin promosyonunda podcastlerin aldığı rolün arttığını görmekle ilgili bir yerlerde bir şeyler söylemiştim sanırım ama bu kısa yazıyı daha dağıtmamak adına bu konuyu eşelemeyi şu güncel örnekle birlikte, uzatmadan, burada bırakıyorum.

Merhaba ben Büşra. Dizi ile ilgili bir yorum da ben bırakmak istedim. Dizi ilk bölümden son bölüme kadar yüksek tempoda ilerliyor, ve Newsroom kadar olmasa da benim için takip etmesi son derece keyifli bir dizi oldu. Sanırım dizi boyunca beni en çok etkileyen, neredeyse her bölümde ana karakterler hakkında fikrimin olumlu ve olumsuz şekilde değişmesi oldu. Ki bunun da dizinin adıyla *diplomat* ne kadar uyumlu bir şekilde ilerlediğini de gösteriyor.

spoiler vermeden nasıl söyleyebilirim bilmiyorum ama dizinin 2.sezonunun sonlarındaki Hal, Grace Penn ve Katein yemek sahnesi uzun zamandır izlediğim en iyi şeydi.

Yine üzülerek asla diplomatik ve duygularını işine karıştırmayacak biri olamayacağımı da bana gösteren bir ayna oldu diyebiliriz. Emre ile aynı sahneyi tekrar izlediğimizde, Onun benden çok daha farklı bir şekilde olayı çözmesi de tuz biber oldu. Umarım 3.sezon daha da iyi olur ve Allison Janney sen ne mükemmel bir oyuncusun. The Helpde ayrı, Palm royalde ayrı, burda ayrı hayran oldum.

Bana yakışır şekilde bitireyim: söyleyeceklerim bu kadar iyi günler.kedi


Pazar, Eylül 07, 2025

dkdt

Draft kutuma düşme tarihi (dkdt): 14.12.2023

Bu blogda daha önce defalarca draft kutumda bekleyenlere değindim. Güncel istatistikleri paylaşmak bu değinişlere neden ihtiyaç duyduğumu güzelce anlatır sanırım. 2006 yılından beri yazdığım bu mecrada, bu güne kadar 167 adet yazı yayınlamışım. Bunun üçte birinden biraz fazlası, yani 65 başlık iste taslak halinde draft kutusunda yer alıyor. Hayatımın en özel kişisi başta olmak üzere bu konuda beni ikaz eden insanlara zaman zaman denk gelmişliğim de var. Hatta buna da dayanarak, blogun 10. yaşını hatırladığım yazımda, adını bu yönde değiştime ihtimaline bile değinmiştim. Bunun öncesinde de, 2014'te Bencillik ya da Darft Kutusu başlığını düştüğüm bir şeyler karalamışım ama ironin en kuvveti şekilde vucüt bulabilmesi için bu yazı da taslağın ötesine geçememiş. Belki draftception adıyla sinemada değerlendirmeliyim bu durumu. 

Şaka bir yana aklıma düşen bazı şeylerin pişmesi beklediğimden uzun zaman alabiliyor. Bu sürede bu fikirlerin bazıları eleniyor. Zaman zaman geriye dönüp bunları temizliyorum. Bazıları ise ne kadar uzun zaman geçse de orada durup yayınlanacak hale geleceği günü bekliyor. Bunun da en iyi örneği, tamamlanmayı 10 sene kadar bekleyen İstanbul II'dir herhalde. 

ODTÜ Sanat 20 yergisinin iv başlıklı bölümünde değindiğim kaygılara bir tezat içeriyor gibi görünse de burada yapmak istediğim güncel bir konudan sıcağı sıcağına bahsetmek değil. Daha ziyade, değinmek istediğim şeyden bahsetmemin ne kadar sürdüğünü -öncelikle kendime- göstermek. Bu da burada yazmka istediklerim hakkında belki bana bir açıdan yol gösterici olabilir. Ayrıca bir noktada yazıya dönerse bu fikrin ne zaman başladığı ve okunabilir hale ne kadar sürede geldiğini paylaşmamın da okura saygı olabileceğini düşündüm. Bu sebeplerden ötürü en azından bir süre bu tarhi notlarını düşmeyi planlıyorum.

Bu yazıyı aklıma düştüğünden beri yazmaya başladığım taslaklara dkdt ekliyorum. Yani, bundan sonra gelecek yazıların bir çoğunda bu tarih görülebilir olacak. Bu yazıyı oluşturmaya başladığımda böyle demişim ama aradan geçen bunca zamana ve bu zamanların getirdiği imkana rağmen başında dkdt yazan ilk yazı bu açıklamadan önce blogda yerini aldı. Bu da merak eden olursa diye, pek bekletmeden peşinden geldi.

Güncelleme

dkdt: 16.12.2023

Aslında bu yazıyı yukarıdaki tarihte görebileceğiniz gibi 2023 biterken, birazda bir yıl sonu raporu gibi düşünerek kaleme almaya başlamıştım ama ancak bugüne geldi. Bu da 17 sene boyunca sürdürdüğüm bir ısrarın kesintiye uğradığı anlamına geliyor. Kendimi savunmam gerekirse burada anlatmayı planladığım dönemde insanlık için küçük ama benim için son derece büyük bazı gelişmeler yaşandı. Bunları hak ettiğini düşündüğüm şekilde aktarmayı bir türlü beceremediğim ya da becerebileceğimi düşündüğüm bir durumda bulunmadığıma kani olduğum için sürekli ertelenegeldi ve bu ana ulaştı. 

O zamandan bu zamana neler olduğuna bir şekilde bakma:

İlk olarak 2023'e bakınca diğer her şeyin yanında küçük bir ayrıntı seviyesinde kaldığ bu yazının da ağırlık merkezine oturacak, tek bir olay öne çıkıyor. O da bir süredir hayatımzıı birleştirmeye çalıştığımız Büşra ile resmen evlenmiş olmamız. 

Bunu da peşi sıra, içimize sinen bir şekilde kutlamamız takip ediyor. O güzel akşamın bir anısı olarak şu fotoğraf da burada dursun:




Kendisinin hayatımdaki yeri resmiyet kazanmışken Büşra'yı buraya yazmaya ikna ettiğimi de mutlulukla söyleyebilirim. Kıdemli editör Selahattin Özpalabıyıklar'ın mesleğiyle ilgili denemelerini topladığı ilk kitabın adı olan "İtalik Benim" ile anlattığı gibi yazı tiplerini ya da renkleri paylaşmalıyız kendisiyle ki ortak yazılarda nereyi kimin yazdığı belli olsun. Son sözü söyleme merakımdan dolayı beyaz bende kalır herhalde ama kırmızının kimde olacağı kesin:

Merhaba ben Büşra. Yıllardır okuduğum, bir parçası hissettiğim bu bloga yazma şansım olduğu için çok mutluyum. Sayın Emre Yılmaz beyefendi ile hayatlarımızı, en önemlisi kütüphanelerimizi birleştirdik. Birlikte keşfetmeye, okumaya, öğrenmeye ve yürümeye devam ediyoruz ☺

Yukarıda belirttiğim resmiyetten sonra sıra biraraya gelmekti. O da tahmin ettiğimden daha uzun ve yıpratıcı bir süreç oldu. Ama nihayetinde geç ve güç olsa da geçtiğimiz Eylül ayında Büşra'nın yanına taşınabildim. Şimdi onun Almanya'da kurduğu düzene eklemlenmye çalışıyorum ya da başka bir deyişle birlikte bir düzen kurmaya çalışıyoruz.kedi

Çarşamba, Aralık 13, 2023

Üslûp hakkında daldan dala

Üslûp bu internet çağında daha da karmaşık bir konu haline geliyor düşüncesindeyim. Teknolojinin yaygınlaşması, ve buna bağlı olarak üretimin imkanlarının artması, türler arası alanlarda tercih ve üretim yapmayı kolaylaştırıyor. 2009 yılında, burada, buna -çok dolaylı da olsa- değinen bir yazı yazmıştım. 

Çok değil, yüz yıl kadar önce bir yazıyı bir görüntüyle -hele de renkli bir görüntüyle- zenginleştirmek, büyük zahmet gerektiren, zaman alan ve pahalı bir eylemdi. Şimdi ise müzik, video ve yazıyı bir araya getiren interaktif içerikler birkaç saniyede hazırlanıp herkese ulaştırılabiliyor. O kadar geriye gitmeye de gerek yok. Daha 5-10 yıl kadar önce Twitter yazı, Instagram fotoğraf, YouTube ise video için özelleşmiş alanlardı. Ama şu anda, bu üçü arasındaki sınır çokça belirsizleşmiş durumda.

Ben, içerik adıyla sınıfsızlaştırılmış bu tür şeyleri hazırlamak konusunda çok becerikli değilim. Fakat Jon Fosse'nin bu sene Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanmasını takiben okumaya başladığım ilk romanı olan Melankoli I-II ile ilgili yorumumu iki görsel kullanarak, çok daha etkin yapabileceğimi düşüncesi geldi aklıma. Ya da sadece böyle yapmak istedim. Ama sonrasında, bu olasılık beni yukarıda hatırlattığım blog yazısında da kafamı kurcalayan konuya geri getirdi. Ne kadar açıklama yapmalıyım? Paylaşmayı arzuladığım iki görüntünün ilki olan resmin adının Melankoli III olduğunu söylemem yeterli mi mesela? Yoksa ressamının Edvard Munch olduğunu da eklemeli miyim? Peki eğer bunu eklersem, Munch'un da romanın yazarı ve baş kahramını gibi Norveçli olduğuna da değinmem gerekir mi? Ya da hepsini, resmin senesiyle de birleştirip "Melankoli III Norveçli ressam Edvard Munch tarafından, Norveçli yazar Jon Fosse'nin Melankoli I-II adını verdiği romanının baş kahramanı olan Norveçli ressam Lars Hertervig'in ölüm yılı olan 1902'de yapılmış bir resim olması açısından da bu kitabı takip ediyor hissi uyandırıyor" mu demeliyim? 

Edvard Munch - Melankoli III (1902)* [kaynak: MoMA]

İkinci görüntü ise anlatımın benzer şeyleri tekrarlayarak genişlemesini ve bu genişlemeyi yaparken de aynı merkez etrafında tekrarların döngüsel hareketini göstermesini arzu ettiğim fraktal temsili olmalı. Ama bunu da açıklamam gerekir mi? Yoksa bir önceki görseli açıklamak için kullandığım metinde, anlatımın bu görselle özdeştirdiğim özelliklerini kullanmaya çalışarak mı vurgulamayı denemeliyim?

Fraktal [kaynak: American Physical Society]

Cuma, Şubat 03, 2023

ODTÜ Sanat 20

I
Daha önce de bahsetmiştim*, resim başta olmak üzere plastik sanatlar ilgimi çeker. Bu konuda akademik bilgim yok denecek kadar az olsa da müze, sergi, galeri gezmek ve fırsat olursa sanatçılar, eserler, etkinlikler hakkında birşeyler okumak, dinlemek -hatta bunlara dair sohbet etmek- hoşuma gider. Rafine olmayan bu ilgim, çok obur bir şekilde, sanat tarihinin kapanmış dönemlerinde verilen eserleri müzelerde görme isteğiyle birlikte, güncel eserleri galerilerde, sergi salonlarında takip etme çabasını da içeriyor. Bende bu günceli takip etme fikrini yerleştirip, bana bu konuda en istikrarlı şekilde yardımcı olan etkinlik, ODTÜ Sanat Festivali kapsamında düzenlenen sergiydi diyebilirim sanırım. Festival ana mekanı olan ODTÜ Kültür Kongre Merkezi’nin sergi salonu ve fuayelerinde, festival süresince ziyarete açık olan bu sergilerde, belli bir tema çerçevesinde, hem ODTÜ koleksiyonundan eserler hem de bu etkinlik için ulaştırılmış, üretilmiş eserler ziyaretçilerin beğenisine sunuluyordu. Küratörleri, tercihleri ve sanatçıların özgün işleri ile -özellikle memlekette- çağdaş sanatın nerede olduğunu ve (bazen nereden geldiği ile birlikte) nereye gittiğini görmemi sağlamış bir etkinlik olarak bende yeri hep ayrı olmuştur. Son 13 senesini takip etme fırsatı bulduğum bu etkinlikle ilgili, biten bir şeyden bahseder gibi bir ton takınmamın nedeni de -büyük ölçüde- ziyaret ettiğim sonuncusu olan 2019 sergisi. Şimdi biraz bundan bahsedeceğim.

Festival kapsamında ziyaret ettiğim sergilerin katalogları.

II
2013 yılından beri ODTÜsanat olarak adlandırılan ODTÜ Sanat Festivali’nin 20'incisinin düzenlendiği 2019 yılında da serginin her zamanki merkez mekanı olan, ODTÜ Kültür Kongre Merkezi'nin ana fuayesinde yer alacağı etkinlik programında duyurulmuştu. "Kampüste Sanat" başlığıyla tanımlanan şeyin önceki yıllardaki sergilerden farklı, bambaşka bir şey olduğunu ise ancak ziyaret edince anlayabildim. Aşağıdaki fotoğraflar yeterince iyi aktarabilecek mi emin değilim ama boşvermişliğin vücüt bulmuş hali denebilecek seviyede bir özensizlik, ilgisizlik ve baştan savma hali vardı mekanda. Kurulu alan, önceki yıllarda doldurup taştığı ana mekanın yarısını bile kaplamıyordu. Buna rağmen kullandığı alanda öyle bir boşluk görüntüsü vardı ki sanki içeriği olduğundan daha kalabalık gösterip, fazla yer kaplamatmak için çaba gösterilmiş ama -14pt font ve çift boşlukla yazılan tüm raporlarda olduğu gibi- bunda -da- başarısız olunmuş.




Şehir ve Bölge Planlama Bölümü'nden Bahar Gedikli'nin, kataloğunda düzenleyen olarak göründüğü sergideki bu baştan savma tavrın benim için ilk göstergesi tabii ki serginin kapsamıydı. Zaten kampüste ulaşılabilir yerlerde yer alan ve kamuya açık olan eserlerin listelenmesine sergi denebilir mi hala emin değilim. Bu listeleme, eserlere dair açıklamalar, belgeler, tanıklıklar veya eserlerin birbirleriyle ya da başka eserlerle, olaylarla, vb. bağlantıları ile birlikte sunulması halinde** belki anlamlı ve ilgi çekici  olabilirdi ama böyle bir zenginleştirme de yapılmamıştı. Hatta tam tersine sunulan kısıtlı materyalle ilgili bilgi eksikleri de vardı. 
ODTÜ kampüsünde en yaygın buluan heykeller, tarihsel önemi olan bazı insanların büstleri olduğu için -karşılıklı iki duvardan oluşuyor gibi düşünülebilecek- sergi alanın duvarlarından biri de doğal olarak, tamamen bunlara ayrılmıştı. Yalnız heykellerin duvar boyunca yan yana sıralanan fotoğraflarının hemen altında, büstlerin temsil ettiği kişinin isminin yazılması için ayrılmış alanların bazılarında “Bilinmiyor” ve “İsimsiz” yazıyordu. İki farklı anlama gelen bu iki ifadenin büyük olasılıkla aynı şeyi anlatmak için, tutarsızlık yaratacak şekilde kullanılması bir yana, böyle bir sergi düzenleme iddiasında olanların bu şekilde bir bilgi eksikliğini gidermemiş olmaları, benim açımdan kabul edilemez bir özensizliğin göstergesi. 
Heykellerin siparişleri ve kabulleriyle ilgili yazışmaların okul arşivlerinde yer alması gerektiğini veya bunlara dair bir yerlerde (arşiv, kütüphane, vb.) eski fotoğraflar ve yazılar olması ihtimalini bir kenara bıraksak bile, büstlerin ilgili bölümlerin çevrelerine yerleştirildiği düşünülünce kayıp olan bu bilgilerin kolayca bulunabileceği fikrindeyim. Mesela ben aşağıdaki bu “İsimsiz” büstü Antoine Lavoisier‘e benzettim. Meşhur kimyagerin neredeyse bütün resimlerinde, heykelin de yaptığı gibi, yukarı köşeye bir bakış atar şekilde gösterilmiş olması açısından da tutarlı olabilir bu tahmin. Eğer büst Kimya Bölümü civarında bulunuyorsa, bu tahminimi daha da güçlendirirdi ama sergide hangi büstün kampüsün neresinde görülebileceğine dair bir bilgi de paylaşılmamıştı.

Antoine Lavoisier

"İsimsiz" büst (solda) ve 1743-1794 yılları arasında yaşayan kimyacı Antoine Lavoisier'i temsil eden gravür (sağda)

Benim için boşvermişliğin tepe noktası ise aşağıda fotoğrafını görebileceğiniz Domingo Notaro'ya ait bronz heykel idi. Bir dönem Türkiye'ye görece sık gelen ve bu dönemde haberlerde kendisinden "Picasso'nun öğrencisi" olarak bahsedilen sanatçının 2005-2007 yılları arasında ODTÜ ile de bir takım ilişkileri olmuştu. Bu süre zarfında bir dönem ODTÜ'de kalan ve burada çalışmalar yapan sanatçı, takip eden dönemde üniversitenin teknik olanaklarını kullanarak mikroskopik bir heykel üretmesiyle de gündem olmuştu. En sonunda bu dönemde yapılan çalışmaları göstermek için, bu yazının konusu olanla aynı mekanda, bir sergi düzenlenmişti. O sırada okulda olduğum için bu ziyaretin, çalışmaların ve serginin çok ses getirdiğini net bir şekilde hatırlıyorum ama hafızama güvenmeyip internette arattığımda da o günlere ait şu haber-ler-i bulabildim. Bu serginin merkezinde birbirini takip eden taslaklar çizimleri ile olgunlaşma süreci de gösterilen bir eser vardı ve tahmin edilebileceği üzere o eser bu heykeldi. Bunları anlatmama sebep olan özensizlik ise bahsedilen heykeli sergi mekanından ayıran tek şeyin -ikinci fotoğrafta da görülebilen- camekan benzeri bir yapı olmasına rağmen bu nesneye yer verilmemiş olması. Serginin en uzak köşesinden bile rahatlıkla görülebilen, organik şekilde gösterime dahil olan böyle bir eserin, bu temada yer bulamamasının tek sebebinin gözden kaçmasına yol açan bir baştan savma tavrı olabileceğini düşünüyorum.



Serginin geneliyle ilgili, aceleye gelmiş, son dakika tamamlanmış hissi de veren bu özensizliğin sebebiyle ilgili, o dönemde türlü dedikodu da dönmüştü. Bunların doğruluğundan bağımsız olarak gördüğüm şey karşısında büyük bir hayal kırıklığına uğradığımı rahatça söyleyebilirim. Ve hala, her ne sebepten olursa olsun, ortaya böyle bu ürün çıkaranların da bu kalitesizlikten ötürü utanmaları gerektiği düşüncesindeyim.  

III
Bu yazıyı sergiyi ziyaret ettiğim 2019 nisanından bu yana yazmak istiyorum. Kafamda kurguladığım ilk halinde, yazının sonuna doğru, gelecek sene (2020) bu serginin düzenlenmeyeceğine dair bir kaygımı dile getirecektim. Bu kaygımın, öngördüğüm şekilde gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini öğrenme şansımız olmadı. Çünkü maalesef 2020 nisanında hemen herkes küresel salgın etkisinde bir telaş halindeydi ve hatırlanacağı gibi, salgın önlemleri kapsamında toplu etkinliklerin yapılması gibi bir ihtimal de yoktu. Sonraki yıllar da benzer şekilde geçti. Şu andaki durumu bilmiyorum. Belki insanların aklından böyle bir organizasyon yapma fikri tamamen çıkmıştır ya da -bu durum hala geçici olarak değerlendirilip- salgın, bu yıl (2023) için bile bir gerekçe olarak dile getiriliyordur. Veya belki -benim için en beklenmedik bir şekilde- verilen uzun aradan sonra bu sene ODTÜsanat21 yapılır. Ama yapılsa bile yukarıda sergi için anlattığım durumun değişeceğine dair herhangi bir beklentim yok. Yazımın az önce bahsettiğim ilk kurgusunda, anlattığım olayın, mevcut rektörün görev süresi içinde olmasının bir tesadüf olmadığını düşündüğümü dile getirerek noktayı koymayı planlıyordum. Ama yazıyı, aradan bu kadar zaman geçtikten sonra yazınca, kapanışta bu zamana, ertelenmeye dair de bir şeyler söylemek isteğim belirdi. Fakat yine bu geçen zamanda kampüs genelinde yapılan toplu etkinliklerin -sınırları çok kesin ve sert şekilde çizilmişleri dışında- hemen hepsinin çeşitli sıkıntılarla  gündeme gelmesi, bu denk gelişin tesadüf olmamasına dair düşüncemi güçlendirdiği için bunun en azından bir noktalı virgül olarak burada durmasını istiyorum.

iv
Yukarıda da bahsettiğim gibi bu yazıyı sergiyi ziyaret ettiğim zamandan beri yazmak istiyordum. En başta, sergi hala ziyarete açıkken belki kısıtlı da olsa bir tartışma ortamı yaratabilecek bir güncelliği de vardı. Ama benim yazma sürelerim düşünüldüğünde aslında var olmadığı kolayca görülebilecek bu ihtimalin illüzyonu da kısa bir süre sonra ortadan kayboldu. Ondan sonra zaman olarak içinde kalmak istediğim aralık, takip eden yaklaşık bir senelik süreydi. Burada da bir sonraki edisyon için öngörüyü hala anlamlı kılacak bir pencere vardı. Ama sonra o da geçti. Ondan sonra, salgın süresince, zaman algısı hemen herkes için epeyce büküldü zaten ama ben bir iki daha niyetlendim. Bu bölümü yazma fikri de o denemelerimde belirdi. İçinde bulunduğumuz çağın belki tanımlayıcılarından biri olabilecek olan "anındalık" hissinin ve bunun yarattığı telaşın bendeki yansımalarına dair birşeyler söylemek istedim. 
Başta bir zamanı kaçırıyormuşum hissiyle yazıyı "yetiştirmeye" çalışıyordum. Sonrasında bu yazının öngörülmeyen bir zamanda gelmesinin ve belki pek çokları için bağlamdan kopuk olmasının da bu yazının sebeplerinden biri olabileceğini düşündüm. Çünkü bazen bu hissi kaybedip çok mekanikleşiyor olsam da burası benim öznel notlar tuttuğum ve önemseyenlerle paylaştığım kişisel bir mekan. Ben gazeteci değilim. Belli bir konuyu, belli bir şekilde ve belli zamanda sunmak gibi bir yükümlülüğüm yok. Bu son söylediklerimi de okurdan çok kendime söylüyorum mesela; ama bunu da varmak istediğim yere, oradan gitmek istediğim için yapıyorum. Varmak istediğim yer ise bu yazıda bahsettiğim konunun sunulacağı en iyi zamanın bugün olduğu. Çünkü yukarıda bahsettiğim ve bende bir hayal kırıklığı yaratan sergiyi unutmuyorum ben. Böyle olduğu sürece de hetrhangi bir yerde gezdiğim bir sergide, bir kampüs ziyaretimde ya da okulla ilgili haberlerle karşılaştığımda, vs. bazen aklıma geliyor bu olay ve o andaki donelerle, yeni kurulan bağlantılarla onu tekrar konumlandırıyorum. Yani özetle tartışmaya devam ediyorum. Bu tartışmanın, şiddeti ve yoğunluğu hep değişiyor. Ama unutmadığım yani tartışmaya devam ettiğim sürece, hakkında söyleyecek taze bir şeylerim hep oluyor. İşte o andaki tazeliğini yazı formunda sabitlerdiğim ve sunduğum zaman da hep en iyi (ve tabii ki aynı anda en kötü) zaman olacak gibi bir fikrim var. (Ya da kendimi böyle kandırmak istiyorum.) Bu, blogda bahsettiğim hemen her şey için böyle sanırım. 
Hakkında yazdıklarım, nesnel gerçekler olarak zamansız değiller. Ya da güncel konularda erken ve keskin tavırlar alarak bundan fayda üretmeye çalışan bir konumum da yok. Aksine uyaranların fazlalığı ve hızı ile ilgili her geçen gün artan bir rahatsızlığım var denilebilir herhalde. O yüzden zamanın eleğinden biraz daha faydalanmanın iyi bir fikir olabileceği düşüncesindeyim şu aralar. Bunu da 2019 yılında gezdiğim bir sergi ile ilgili yazdığım yazıyı 2023 yılında nihayet tamamlarken dile getirmek istedim.

*Mesela şu notta, yazının konusu olan etkinliği de anarak değinmişim buna.
**Akışı kesmemek için metin içinde paylaşmadım ama konu olarak ODTÜ Kampüsü ile ilişkisinden dolayı paylaşmadan da edemeyeceğim Salt'ın 2017 tarihli İşveren Sergisi bu alanda ülkede gördüğüm yetkin örneklerden biriydi. Künyesinde katkı veren olarak ODTÜ Mimarlık Fakültesi de yer aldığı sergi, İstanbul'dan sonra 2018'de Ankara'ya da uğramıştı.

kedi