arama

Salı, Temmuz 19, 2011

İstanbul I

Bu blogun ilk gezi yazısını yazıyorum sevgili okur. Türkiye'nin en bilinen, en çekici ve en büyüleyici (sıfatları tereddüt etmeden kullanıyorum) şehrine, İstanbul'a, yaptığım kısa bir seyahatin notlarını paylaşma düşüncesindeyim. Aslında ortaokul yıllarında Mısır ve Osmanlı tarihinden kurmaca öyküler sunan romanlarla başlayan ve o zamandan bu yana Anadolu ve Avrupa siyasi tarihi başta olmak üzere, aklı erdiğince tarihin hemen hemen bütün içeriğine doğru genişleyen bir tarih merakına sahip biri olarak, Doğu Roma'nın ve Osmanlı'nın başkentine ve en büyük miras yerine, doyasıya gezebileceğim bir yolculuk gerçekleştirmeyi lise yıllarımdan beri planlardım. Bir iki senedir de bu seyahati gerçekleştirdiğimde görmek istediğim yerlerle ilgili görece detaylı listeler hazırlıyordum. Ancak bu planladığım yolculuk, içeriğinin sürekli kabarması ve gerekli süre için uygun kişilerin, yerlerin ve zamanın ayarlanamaması sonucu sürekli ertelendi. En sonunda ben de yıllarca planladığım yolculuktan vazgeçtim. (Aslında yine erteledim desem daha yerinde olur.) Ve bulduğum ilk fırsatta haftasonunu gezerek geçirmek için İstanbul'a gittim. Şimdi bu kısa yolculukta gördüklerimin bir kısmını anlatamaya çalışacağım.

Yazıyı üç bölüm şeklinde planladım. İki günlük yolculuğumun her gününde gördüklerimi birer bölümde aktaracağım. Üçüncü bölümde ise ikinci gün karşılaştığım biriyle kurduğum iletişimi aktaracağım. Ayrıca bu sefer anlattıklarımı pek alışık olmadığınız bir şekilde kendi çektiğim fotoğraflarla birlikte sunacağım. Fotoğraf kalitesinden memnun olmayacak olanlar vardır muhakkak ama telefonla ancak bu kadar oldu. (Gürkan, şaka yapma!)

İstanbul yolculuğuma şimdi Amerika'da doktora çalışmasını yapan sevgili arkadaşım Emre Büküşoğlu ile 19 Haziran 2010 sabahı şu anda hatırlayamadığım erken bir saatte (05:00 gibi) başladık. Galiba Bolu taraflarında bir mola vererek öğlene doğru İstanbul'a vardık. Büküş'ün ağabeyinin Acıbadem'deki evinde, annesi ve halasının ellerine sağlık, mükellef bir kahvaltı yaptık. Daha sonra ben, evini nezaketle bana açan Deniz Ablam'ın evinin olduğu Kızıltoprak semtine gitmek için Büküşler'den ayrıldım.
Acıbadem Caddesi'ni büyük ölçüde yürüdüm. Bu yürüyüşümde, yolculuktaki ilk notumu aldım defterime: Acıbadem caddesi üzerinde sahipli, sahipsiz çok kedi var. Esnaf ve cadde sakinleri kedilerle çok ilgileniyor. Tabi sonraki saatler ve günde bunun Kadıköy genelinde sokak hayvanların hepsine genel olarak gösterilen bir yüksek alaka olduğunu fark ettim. 
Bu noktada bir de şunu belirtmek gerek ki kısa yolculuk için çok sayılabilecek (en azından benim için) notlar aldım. Yolculuğun üzerinden bu kadar uzun süre geçtikten sonra hala bu yazı üzerinde oyalanabilememden de belki anladığınız üzere bu yazılar da temel olarak bu notların üzerinde yükseliyor.
Kısa bilgilendirmeden sonra sürece devam edersek, Kadıköy'e vardıktan sonra Deniz Ablam'la akşam buluşmamızın daha uygun olacağıan karar verdik. Ben de bunun üzerine Kadıköy'den vapura atladığım gibi soluğu Karaköy'de aldım. Oradan da tramvayla Sultanahmet tarafına ilerledim ve Gülhane Durağı'nda inip benim rotamın ilk durağına ilerledim.

İstanbul Arkeoloji Müzeleri: 
İstanbul'a giderken tartışmasız en büyük hedefim bu yapıya gitmekti. İçerisinde de özellikle Eski Şark Eserleri binasındaki İştar Kapısıkabartmalarını görmekti. İkincil olarak da yine aynı binada sergilenen Kadeş Anlaşması'nı* görmek istiyordum. Tabi çok şanslı bir birey olduğum için ve İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkentliği sırasında çok sayıda turist beklediği için (bu konudan sonra tekrar bahsedeceğim) müzeye girer girmez aşağıda olduğu gibi aktardığım ilanı gördüm.

Eski Şark Eserleri Müzesi
onarım çalışması nedeniyle 31 Temmuz 2010'a kadar ziyarete kapalıdır.

Tabi başlangıç noktasında, çok şevk verici bir gelişme olmadı bu ama yinede kendime "gezecek çok yer var zaten, hem kısıtlı zamanda sıkışmamış oldu" diyerek Arkeoloji Müzesi binasına (İstanbul Arkeoloji Müzeleri yerleşkesinde Arkeoloji Müzesi Binası, Eski Şark Eserleri Binası ve Çinili Köşk olmak üzere 3 binadan ve bunları bağlayan bahçeden oluşmakta) doğru ilerlerdim. Arkeoloji binası Osman Hamdi Bey tarafından yaptırılan çok güzel ve çok büyük bir bina. Anadolu'nun her tarafındaki Arkeoloji Müze'lerinde olduğunu tahmin ettiğim şekilde bina bahçesinde mezar taşları ve lahitler sıralanmış şekilde.

Binanın içine girdikten sonra geniş kolidor ve salonların içinde serilenen çok sayıda tarihi eserin arasından ilerlemeye başladım. Neredeyse hiç bir ön hazırlık yapmadığım için ve konu hakkında bilgim kısıtlı olduğu için, sergilenen eserlerin bilgi plakalarına yoğun ilgi göstererek yavaş yavaş ilerledim. Bu bilgi notları bana epey yardım ettiler ama bazı yerlerde yetersiz kaldıkları da oldu. Daha doğrusu bazı eserler hakkında bilgi notlarını ne kadar aramış olsam da bulamadım. Bunlardan bir tanesi şöyle bir etkileşime de sebep oldu. Müze'nin Antik Grek uygarlığıyla ilgili bir dizi eserinin sergilendiği bir salonunda yer alan duvar ve sütün kabartmaları hakkında herhangi bir bilgilendirmeye rastlamadım. Bunun sonucu olarak, eserlerin nereye ait olduklarını, bütün başka kurumlarda olduğu gibi müzelerde de danışma görevi gören, özel güvenlik görevlisine sorunca, "Bu Medusa, bu da kız kardeşi" diye cevap aldım. Sonrasında karşılıklı gülüştük tabi.

Antik Grek mitolojisinde gigantomakhi* denilen bir olay varmış. Tanrılarla devlerin bu savaşını gösteren duvar kabartmaları.

Horoz döviüştüren bebek Eroslar.
Gazze'den Zeus heykeli
Sergide ilgimi çeken bazı eserlerin fotoğraflarını yazı boyunca paylaşıyorum. Yukarıdaki fotoğraf da onlardan bir tanesi. Filistin'in Gazze şehrinde bulunmuş bir Zeus heykeline ait. Bu heykelin benim için iki ilgi çekici tarafı var. Birinci ve bu fotoğrafı çekmeme de sebep olanı semavi dinler için kutsal topraklar olan Ortadoğu'da Grek ve Roma tanrıları için tapınaklar yapıldığını bilmeme rağmen, Ege havzasıyla ilişkilendirdiğim bir tanrının heykelinin Akdeniz'in en doğu ucundan çıkmış olması ya da daha toplu bir ifade ile bilgimin gerçekliği görmenin çekiciliği. İkincisi de bu seyahatten sonra Zeus ile ilgili bir şeyler okumak için wikipedia'nın ilgili sayfasını açtığımda bu heykelle karşılaşmam



İskender lahdi ve gamalı haç kabartmaları

Marmaray çalışması ile ortaya çıkan İstanbul'un 8.000 yıllık tarihin çeşitli dönemlerine ait kalıntıların bir kısmı da Arkeoloji müzesinde sergilenmeye başlamış. Ayrıca büyük bir kısmı da benim tahminime göre tasnifinin tamamlanması için bekliyor. Aşağıdaki fotoğraflarda Assos Athena Tapınağı'nın kapısının yeniden yapımı olduğunu tahmin ettiğim eserin önünde bir zamanlar olan boşluğu dolduran kasalar dolusu tarihi eser görünüyor.


Arkeoloji Müzeleri'nin gezebildiğim diğeri Çinili Köşk Müzesi oldu. Adından da anlaşıldığı üzere çini işlemelerin bir birinden güzel (ben çiniden de anlamam, bu kalıbı da fazla kullanmam ama nedense öyle dedirtti yapı) örnekleri ile bezenmiş bir bina olan Çinili Köşk'teki gülümseten bir ayrıntıyı da paylaşarak Arkeoloji müzeleri ile ilgili bölümü sonlandırmak istiyorum. Osman Hamdi Bey müzeciliğinden çok ressamlarıyla tanınır bizim toplumumuzda. Kaplumbağa Terbiyecisi'nin onun eseri olduğunu bilen kişi sayısı kesinlikle İstanbul Arkeoloji Müzesi'nin onun eseri olduğunu bilen kişi sayısından fazladır. Çinli Köşk'te beyefendinin iki özelliğinin yer yer kesiştiğinin gösterildiği bir nokta var. Aşağıdaki iki fotoğraftan birincisi Çinili Köşk'ün bir odasındaki çeşme. İkinci fotoğraf ise Osman Hamdi Bey'in yaptığı Ab-ı Hayat Çeşmesi isimli resmin kopyası. Resimde gösterilen odanın içinde ve hayat suyu çeşmesi olarak adlandırılan bir çeşmenin karşısında olmak farklı bir histi. 

Çini Köşk'ün bir odasındaki çeşme ve bu çeşmenin resmedildiği Ab-ı Hayat Çeşmesi isimli çalışma.



Çinili Köşk'ten bazı eserler. i ve ii köşkün odalarındaki çini işlemelerinden örnekler. iii) Firüze Sırlı Sehba

Ayasofya:
Eski Türkçe öğretmenlerimden biri Ayasofya'yı yüceltmek için "Türkler daha yazı yazamazken (bilinen en eski örnek Kül Tigin Yazıtı - 732) İstanbul'da böyle bir şaheser dikilmişti" derdi. Ama, yapına 532 yılında başlanılan ve 537 yılında tamamlanan 55 metre yüksekliğinde kubbeye sahip olan bu -modern tabirle- "süper yapı"nın, ne derece heybetli olduğunu idrak edebilmek için kapısından içeri girmem gerekiyormuş.

Yapının içine girdikten sonra bir müddet o büyük boşlukta durdum. Sonra sağa sola bakındım. Bir süre de yukarı baktıktan sonra üst kata çıkmak için merdiven olmasını beklediğim yere gittim. Ama gördüm ki Ayasofya'da üst kata iniş ve çıkışlar yokuşlarla yapılıyormuş. Bunu yapının eskiliğine verdim. Yalnız bu yokuşlarda bazı yerlerde birer ikişer basamaklar da vardı. Bunların bir şeyi sembolize edip etmediğini anlamak için inişte bastığım basamakları saydım. 17 basamak vardı ama 17 sayısı bana hiçbir şeyi çağrıştırmadı.

Ayasofya ziyaretimde, bu ziyaretten yaklaşık bir sene kadar önce ntvmsnbc'de bir haberde gördüğüm altı kanatlı seraphim meleği figürü de hedeflerimden biriydi. Tabi Ayasofya'nın bir bütün olarak büyüsüne kapılmış biri için içeride neyin peşinde koştuğunu hatırlamak o kadar kolay olmuyor. Ben de sağa sola hayranlık dolu bakışlar attığım halde ikinci katın korkuluklarına yaklaşınca kubbenin dayandığı köşelerde gördüm melekleri. Dört melekten yüzü açık olan tekinin karşısına düşmüş olmam kaderin güzel cilvesi.

Üst katta açığa çıkarılmaya çalışan bir dizi mozaikle karşılaştım. Onların görüntülerini paylaşmak istiyorum.

i) Ortada taht üzerinde İsa ile İmparator IX. Konstantinos ve İmpatoriçe Zoe 11. yüzyıl - Konu: İmparator ve eşinin Ayasofya'ya yaptığı para bağışını anlatmaktadır. 
ii) İmparator II. İoannes Komnenos, eşi Eirene ve oğulları Alexios ile ortada Meryem ve kucağında İsa 12. yüzyıl - Konu: İmparator ve eşinin Ayasofya'ya yaptığı para bağışını anlatmaktadır. 
iii) Deesis: Meryem, İsa ve Vaftizci Yahya - Konu: Mahşer günü (Deesis) Meryem ve İonnes Prodromos'un (Vaftizci Yahya) İsa'dan insanlık için şefaat dilemeleri 12.yüzyıl

Ayasofya'nın üst katındaki sürüklenmemi tamamlayınca alt kata, kubbe altına geri döndüm. Ayasofya'nın İslam'a dair izleri büyük ölçüde bu kubbenin altına toplanmış. Mihrap, minber, mahfil, yazılar, hep bu bölümdedir. Tabi bu bölümde de Hristiyanlık izleri hala takip edilebilir olduğundan ilgi çekici görüntüler de oluşabiliyor. Mihrabın ğzerindeki kubbede yer alan İsa mozaği bunlardan bir tanesi.

Allah ve Muhammed hatları ve İsa mozaği

Padişah Mahfili

Yerebatan Sarnıcı:
Yerebatan Sarnıcı'na daha önce de gitmiştim galiba ama çok net de hatırlamıyordum. Sultanahmet Meydanı'nda iken "nasıl olsa yakınındayım" dedim ve girdim. Güzel bir yapı. Yaptığı iş, hala ayakta olması güzel. İyi de ışıklandırılmış. Ama normalde muhakkak görmeliyim dediğim yer olmaz. Zaten ilginç bir şekilde müze yönetimi de güzelim sarnıcın bütün ilgisini Medusa kafasına toplamışlar. Sarnıçtaki hareket yolu boyunca "Medusa'ya gider" okları vardı, ilginçti.

Marmara Üniversitesi Cumhuriyet Müzesi:
Marmara Üniversitesi'nin At Meydanı'nın bir başında yer alan tarihi yerleşkesi içinde Marmara Üniversitesi Cumhuriyet Müzesi isminde bir müze de yer almakta. Benim, İstanbul'da ev sahipliğimi yapan Marmara Üniversitesi öğrencisinin bile haberdar olmadığı bu müzeden haberdar olmamı sağlayan kişi ise İhap Hulusi Görey. Kolaylıkla, Türkiye'de reklamcılığın atası sayılabilecek bu şahsa ithaf edilmiş daimi bir sergisi var bu müzenin. İlginç bir insan Görey. Hayat sürecini bir üçgenin üç köşesi olacak şekilde Kahire, Münih ve İstanbul'a konumlandırıyor. Sergide ilgimi çeken noktalardan biri, kalem ustasının sergilene bazı taslaklarına düştüğü notlar oldu. Aşağıda ikisini aktarmaya çalıştım. Çizerin çalışmalarını İngilizce isimlerndirmesi, İngilizce yazımı ve adını Latin harfleriyle yazma şekli ilgi çekici.

A BAVARİAN İNFANTRY
PRİVATE.
١٩٢٣٢٩مايو
DİRECTLY DRAWN WİTH PEN
İN. 45 MİNUTES.
MUNİCH.29th MAY 1923**

-STUDIES.OF.THE
-HEAD.AND NECK=
-1st JANUARY 1921
IHAB
KHULUSSY***


İhap Hulusi sayesinde haberdar olduğum müzenin tamamını gezme fırsatım oldu tabi. Güzelce bir çağdaş sanat koleksiyonları da var. Türkiye'deki çağdaş sanat hakkında bilgim neredeyse sadece ODTÜ Sanat Festivali kapsamında her yıl açılan plastik sanatlar sergisi ile kısıtlı olan benim, tanıdığım bir kaç isim vardı en azından.

Sergiyle ilgili paylaşacağım, igimi çeken son nokta ise çizgisine her zaman hayran olduğum İlhan Selçuk'un müzeye hediye ettiği Sporcu isimli çalışması ve eşliğindeki notu.


M.Ü. GÜZEL SANATLAR
FAKÜLTESİ'NE..
25.11.98





İhap Hulusi Görey hakkında daha detaylı bilgi için: http://ihaphulusi.gen.tr/


Türk ve İslam Eserleri Müzesi: 
At Meydanı'nında Topkapı Sarayı'nın komşusu sayılabilecek, benim Cahit Ülkü'nün Pargalı İbrahim Paşa isimli romanı sayesinde tanıdığım Kanuni'nin damadı ve sadrazamı İbrahim Paşa'nın Hatice Sultan ile evlenmesi sırasında taşındığı İbrahim Paşa Sarayı'ndan arda kalanların restorasyonu ile şekillenmiş müze binası. Bu açıdan kendisi de bir tarihi eser. Müze, 1984 yılında Avrupa'da yılın müzesi seçilmiş.

Müzede fotoğraf çekmek yasaktı. Bu yüzden burada sergilenen eserlerle ilgili hiç bir fotoğraf yok elimde. Ama müzeyi gezerken ilgimi çeken ve not alma gereği hissetiğim eserler şunlar:

Mesafe Taşı - Emevi Dönemi H. 66-86 (M. 685-705)
Taşın üzerinde yazan metin: "Allah'ın kulu, müminlerin emiri Abdülmelik ibn Mervan , Allah'ın rahmeti üzerinde olsun, bu taşı diktirdi. Şam ile burası 109 mildir." (Türkçe çeviride mesafe ölçüsü birimi olarak mil kullanılması garibime gitti açıkçası.)

İki Dansöz Figürü - Abbasi Dönemi, 9.yy
Cevzak Sarayı, Harem Dairesi. E. Herzfeld 1912 rekonstrüksüyon

Taş Sfenks Heykeli - Selçuklu Devri, 13.yy

Dua Mecmuası - Kacar, H.1173
Lake -Kağıtı

Kıblenüma - H.1151 (M.1738)

Osmanlı Devlet Arması - 1901
Kadim Süryani Patriği Abdülmesih tarafından Türkçe ve Süryanice yazılan 1901 yılında Sultan II. Abdülhamid'e sunulan saltanatının 25. Senesi kutlama tebriği.

Osmanlı Devlet Haritası - 1901
1901 tarihli, kabartma, 1/5.000.000 ölçekli küresel dünya haritası. Dünya küresinin dışında ise Son'a, Selanik, Manastır, Edirne, İstanbul ve Bursa şehirlerinin haritaları yer almakta.

Sabit koleksiyonu dışında benim gezdiğim sırada müzede "Su" temalı bir sergi de vardı. İslam toplumlarında su ve temizlik ilişkisi üzerinde yoğun olarka durulmuş, hamam detaylarının çokça sergilendiği güzel bir sergiydi. Bu sergide ise ilgimi en çok çeken şey, müzeyi gezmemden bir kaç saat önce gördüğüm ve yukarıda dapaylaştığım Ab-ı Hayat Çeşmesi isimli eserin bire bir reprodüksiyonu idi. Resmin etiketi şu şekildeydi:
Ab-ı Hayat Çeşmesi - Osman Hamdi Bey, 1904
Tuval Üzerine yağlıboya
(c) Berlin Devlet Müzeleri Ulusal Galerisi (Sergilenen, eserin reprodüksüyonudur.)

Süleymaniye Camii ve Külliyesi:
İstanbul'da Arkeoloji Müzesi'nden sonra görmeyi en çok arzuladığım yer Süleymaniye Camii idi. Mimar Sinan'ın kalfalık eseri bence İstanbul'daki Osmanlı izlerinin en heyecan vericilerinden. Seyahat planının sonuna atılması ise kasıtlı. Havanın geç karardığı yaz aylarında müzeler kapandıktan sonra bile camileri gündüz gözüyle görmeye yetecek kadar ışık kalıyor. Bu mantıkla sona ötelemiştim Süleymaniye'yi ama gün boyu sergilediğim yüksek tempodan sonra, Beyazıt'a vardığımda pilim bitmek üzereydi. Ama camiyi görme isteğinin verdiği itki ile son bir gayretle Süleymaniye'ye vardım. İlk bakıştan itibaren çok etkileyici bir yapı. Avlunun dört köşesine yerleşmiş dört minaresi ve ana kubbeyi destekleyen itili ufaklı yarım kubbeleri ile gerçekten çok zarif bir cami. Bir müddet uzaktan izledikten sonra artık içine girmeye karar vermiş bir şekilde avlu kapısına doğru ilerledim. Burada ilgimi Süleymaniye Camii'nin restorasyonu ile ilgili olarak asılmış Vakıflar Genel Müdürlüğü ve 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı logolarının yer aldığını hatırladığım bir reklam panosu gördüm. Camide uzun süredir devam eden bir restorasyon olduğunu ve sonlanmadığını biliyordum. Ama cami ile müze arasındaki giriş saati farkıyla ilgili saptamayı gayet düzgün yapabilmiş olan bendeniz restorasyon konusunda oluşabilecek farklılıkları hiç düşünmemiştim. Restorasyonu ben kendimi bildim bileli süren ve ortasında her daim bir iskele bulunan Ayasofya'ya gideli daha bir kaç saat olmuş biri için o caminin kapısını kapalı bulmak büyük olasılıkla beklenmeyecek bir şeydi. Ama olan oldu. Göğsünü gere gere her yere 2010 Kültür Başkenti yazısını asan şehirin çok önemli yapılarından ikisini, bu etkinlik tarafından finansmanına katkı sağlanmış onarım süreçleri 2010 senesinde kapalı tutuyordu.İlginç tabi 2010 için olması gerek şey 2010'da oluyordu ama en azından hiç olmamasından iyidir diyebiliyor insan.

Cami kapalıdı ama kabristanı açıktı. Güzel bir mezarlığı ve Kanuni Sultan Süleyman ve Hürrem Sultan türbelerini gezmiş olabildim en azından. Hürrem Sultan türbesinde aşağıdaki notu aldım. Yanlış anlaşılma kaygısıyla şunu belirtmek istiyorum ki ben bu seyahatı yaptığımda Muhteşem Yüzyıl dizisi ile ilgili ortada herhangi bir yüksek ses yoktu.

Gün içinde Ayasofya'da ve Süleymaniye'de çok sayıda türbede yüzün üzerinde sandukanın önünde durduktan Hürrem'in türbesinde ne yapacağımı bilemedim bir an.

Burası ilk günün sonu olsun.

*Kaynak(lar) İngilizce'dir.
**Arap karakterlerini kullandığım yerin yazımından emin değilim. "29th"daki "th" sayının üzerinde olmalı.
***"1st"deki "st" sayının üzerinde olmalı.
yazılmaya başladığı tarih: 22.06.2010