arama

Cuma, Aralık 10, 2010

Qi Baishi



Ben, resim, pek bilmem ve resimden anlamam. Ama fırsat buldukça, çeşitli ortamlarda, önüme gelen eserleri izlemekten, incelemekten keyif alırım. Ulaşabileceğim yerlerde (genellikle ODTÜ Kültür ve Kongre Merkezi) bir sergi olursa, gitmek için çaba sarf ettiğim bile olur.
Bunun ötesine geçmeyen bir resim ilgisine, bilgisine sahip, benim gibi birinin, konuyla ilgili pek çoklarının dahi yakın zamana kadar pek tanımadıkları bu ressamdan haberdar olması şubat ayında yayınlanmış sansasyonel bir habere dayanıyor. Haber*, Qi Baishi isimli bu ressamın 2009 yılında Pablo Picasso ve Andy Warhol'un hemen ardından eserleri en çok para kazandıran 3. sanatçı olduğunu bildiriyordu. 
Tabi, eser satışlarının yarattığı bu durumun haber değeri taşımasının temelinde büyüyen Çin'in ulaştığı ekonomik güçle, dünya kültüründeki baskınlığını artırması gibi ( kafa yormaktan keyif aldığım ama) şeyler de var. Ama benim için bu haberi hatırlanır kılan (ve paylaşılır yapan) esas şey masaüstü arka plan görüntüm olan ve seyretmekten çok keyif aldığım aşağıdaki resmi yapan ressamla beni tanıştırmış olmasıdır.
Ben memnun olmuştum.


Daha fazla bilgi/resim için: China Online Museum ya da Flickr

*Türkçe olarak okuduğumu hatırladığım haberi bulamadım ama ona yakın olarak şu var. İngilizce haber de burada.

Pazartesi, Temmuz 26, 2010

26.07.2010

-Bir iki haftadır Toy Story izleyip, Alice in Wonderland okuyorum. Kültü sanat etkinliklerimi bu çocuksu seviyeye çektiğim için mutluyum.
-Redd'in "Tamam Böyle Kalsın" için çektiği ve sadece internet sayfalarından yayınladıkları farklı bir klip var. İzleyin. (adres: http://www.redd.com.tr/2010/06/23/tamam-boyle-kalsin-2/ )
-twitter'dan takip edenler biliyor, kontrolsüzce Queen'den Bohemian Rhapsody dinliyorum. Hatta kontrolsüzlüğümü sergilemek (ve biraz da görgüsüzlük yapmak) için, sadece elimdeki altı farklı kayıttan oluşan çalma listeleri hazırlayıp tekrar tekrar onu dinlediğimi söyleyebilirim. Ve dahi, hızımı alamayıp "Mama, just killed a man" de diyebilirim ama sesim çok çirkin. Zaten siz de durumu anlamışsınızdır.
-Tez çalışmalarım hala durağan ama kısa bir süre içinde çalışmalarımın ivme kazanacağına dair bir inancım var. (Bilimsel çalışmaya dair inanç taşımak ne güzel bir zihin karmaşasıdır.)
-Bir yıla yakın zaman oldu ama ben hala Ruşen Çakır'dan Ayet ve Slogan'ı ve J.P. Donleavy'den Zencefil Adam'ı okuyorum bitirmedim.
-Emir askere gidiyor.
-Bir de ben galiba sakinleşemiyorum.


Belki söylenecek başka şeyler de vardır ama dediğim gibi sakinleşemiyorum. O zaman şöyle diyelim:
Çok zaman, az değişiklik; az yazı. Bu güncelleme de bu kadar kısa olur bu durumda.

Çarşamba, Temmuz 14, 2010

Saat 02:30 suları balkonda apartmanların sessizliğine bakıyorum. Sokağın yukarısından iki adam yaklaşıyor. Seslerini duyuyorum. Sinan'dan bahsediyorlar. İkisi de Sinan'ın iyi biri olduğunda hem fikir. Görmek istiyorum bu iki adamı. Bekliyorum. Geliyorlar. Bira içmişler. Sohbetlerine devam ediyorlar. Sokakta yürüken duruyorlar bazen ama konuşmaya ara vermiyorlar. İkisi de saçı, sakalı ağarmış, çok kolay yürüyemeyen adamlar. Birisi "ben şimdi sana derdimi anlatsam da sen bana çare olamazsın ki" diyor. Sonra Çorbacı Ağa'nın çırağı gelip bu iki adama, yakında ekmek alabileceği açık bir yer olup olmadığını soruyor. İkisi de aynı yeri tarif ediyorlar. Çırak oraya doğru ilerlerken arkasından, gideceği yeri söylemeye devam ediyorlar. Sonra bir anda kendi sohbetlerine kaldıkları yerden devam ediyorlar.

Saat 3'e yakın. Odamdayım. Geçtiğimiz bir kaç yılda benden yardım isteyen arkadaşlarıma yüz çevirdim. Yardım istemeyenlerin ise hayatlarına karışmaya çalıştım. Yaptıklarımda bir yanlışlık göremesem de hatalı olduğum her seferinde yüzüme vuruldu. (...)

Ben bir mühendisim. Herhangi birine yardım etmek için önce kendi işimi yapmalıyım. Bu yeni vardığım bir sonuç değil. Sadece hatırlamak için yazıyorum.

Cumartesi, Haziran 26, 2010

İstanbul III: Amca

Bir amca geldi, vapurun ne zaman kalkacağını sordu. Söyledim. Başka bir sırada oturuyordu, kalktı, yanıma geldi. Bir kadının poşetinde en olduğunu sorduğunu söyledi. Kadına "deli" dedi. Poşetinde "tek başına, maymunlarla birlikte yaşaması" gerektiğini söyleyen bir rapor olduğuyla ilgili ciddiyet seviyesini takip edemediğim bir şeyler söyledikten sonra Pendik'te oturduğunu ve evini karafatmaların bastığını söyledi. Bana "siz yabancı mısınız" dedi. "Evet" dedim. "Nereden geldiniz" dedi. "Ankara" dedim. Kendinin Anadolu coğrafyasından olmayan şivesi ve hareketlerindeki doğallık, içtenlik, ev sahipliği, onun İstanbullu olduğunu açıkça gösteriyordu. "Ankara'yı bilirim" dedi. "Bilir misiniz" diye cevap verdim. Bunu inanmadığım için değil, söylediklerini tam olarak anlayamadığım için yaptım. "Bilirim" diye tekrarladı. "Amcam, milletvekiliydi" dedi. "Yukarı Aydınlık'ta evleri vardı" diye ekledi. Sonra "amcam beni faytonla gezdirirdi, eskiden tramvay da vardı" diyerek Ankara anılarını canlandırdı.
1902 yılında Arnavutluk'dan göçmüşler Türkiye'ye. Dedesi Pendik'e yerleşmiş. Bir asrı aşkın süredir İstanbullularmış. Üzerinde hiç de yeni sayılmayacak gündelik kıyafetler ve ayağında ucuz bir spor ayakkabı vardı. Elinde poşeti, rahat bir şekilde oturuyordu bankın üzerinde ve o anda dünyadaki en doğal şeymiş gibi sohbet ediyordu benimle. Renkli olduğunu, yüzüne uzunca hiç bakamadığım için sadece zannettiğim gözlerinde, karısını bir sene önce kanserden kaybettiğini söylediği an dışında hep bir parlaklık vardı. O yaşıyordu ve hayat devam ediyordu. "Sizinkiler hayatta" mı diye sordu. hayatımda galiba ilk kez karşılaştığım bu soruya "evet" diye karşılık verdim. "Allah bağışlasın" dedi. "Allah cümlemize uzun ömür versin" cümlesini sonuna doğru sıkılan, sönümlenen bir şekilde sarf ettim. Sonra kendinin çocuğu olup olmadığını sordum. "Karıyı büyük aldık" dedi. Sonra yine tam olarak takip edemediğim ama karısının ablasının, karısını evden atması sırasında onu yanına alması anlamını çıkardığım bir şeyler söyledi. Ve ben söylediklerinden bir anlam çıkarmaya çalışırken, O Pendik'e geri döndü. Uzak olduğundan kısaca konuştuk. Aklı yine evine gitmiş olacak ki "bir otel bulsam" dedi. "Bir kaç ay kalsam yeter" diye de ekledi.
Amca'nın sürdürdüğü konuşmanın duraksadığına kanaat getirdiğim için ya da ona saygı duymaya başladığım için ben de tam bir konu açmaya hazırlanıyordum ki konuşmamızın neredeyse başından beri karşımızda oturan ketum bakışlı, kısa bıyıklı adam, vapurun kalkış saati yaklaşınca turnikelerin başına yolcuların üşüşmesiyle, bütün yerler boş olduğu halde kendi bankından kalktı ve bizim banka, amca ile benim arama oturdu. Benden rahatsız olduğuna eminim ama beni mi amcadan, amcayı mı benden yoksa geri kalan herkesi mi bizden koruyordu, onu anlayamadım.

Salı, Mart 23, 2010

Son yazımı yayınlayalı yaklaşık 3 (yazıyla, üç) ay olmuş

Eve gidip gitmemekte çok kararsızlık yaşadım. Ya da daha doğru bir ifade ile (ikisi arasında daha doğru diye bir mukayese nasıl yapılırsa artık) eve gitmemek için bir alternatif yaratmaya çalıştım. Önce Fuat Abi'nin oraya gitmeyi düşündüm ama alkol ciddi bir tercih olamamalıydı. Bu ihtimali eledikten sonra canımı sıkan düşüncelerimle bir müddet yürüdüm. (Galiba eve gitmek istememe sebebim bu düşüncelerle uzun süre baş başa kalamama isteğimdi.) Sonra saat yeterince geç olmuş olsa da alışverişe gitmeyi düşündüm. Kafamdaki kurguya göre, acele ile bir AVM'ye (metro istasyonuna yakın olmamı göz önünde bulundurarak AnkaMALL'ı tercih etmeye yakındım) gidip ya bir spor mağazasından ya da Boyner, YKM gibi bir genel mağazadan polar bir eldiven alıp daha sakin bir şekilde eve döncek ve sonra Anıttepe'deki spor tesisine koşmaya gidecektim. Bu kurgu kafama yatmış olmalı ki alışverişe gidebilmek için çaba dahi sarf ettim, Soyadaş'ı aradım. Ama şaşırtıcı olmayan ve daha önemlisi mantıklı olan bir şekilde o bu saatte alışverişe gitme isteği bulunmadığını dile getirdi. Çabamı da sarf ettiğim ve aksi bir seçenek olgunlaşmadığı için başka bir rotaya sapmadığımdan, geçen zaman beni evimin önüne getirmiş olduğu için en azından çantamı bırakmak için eve girmeye karar verdim.
Anahtar kilitte son kez döndükten sonra kapıyı açmak için apartman ışığının sönmesini bekledim. Eve girdikten sonra da girişin ışığını yakmadım. Bunu yapmaya takatim ve galiba tahamülüm yoktu. Kapıyı kapattıktan sonra ayakkabımı çıkarttım ve terlik giymeden, salona doğru ilerledim. Uygun gördüğüm ilk yere çantamı bıraktım. Sonra, paltom başta olmak üzere bana sıkıntı veren giysilerimi (palto, hırka, süveter) çıkarttım ve girişe en yakın olan kanepenin üzerine bıraktım. Ardından gömleğimin düğmelerini açtım ve o kanepenin üzerine oturdum.
Eve gireli 1,5 (yazıyla, bir buçuk) saat oldu ve hala o kanepenin üzerindeyim. Bu bir buçuk saatin çok kısa bir süresinde düşüncelerimle baş başa kalmak zorunda kaldım. Ayrıca kendimi içinde bulduğum karanlık da başta bu satırları yazdığım bilgisayarın ekranı olmak üzere, pek çok kaynağın ışıkları ile delindi. Birazdan ev arkadaşım gelecek ve bu ortama kesin bir son da verecek. Biliyorum ve bekliyorum. Ama o zamana kadar bu görece ışıksız ortamda bir süre düşüncelerimle başbaşa kalacağım. Bunu da biliyorum ve istiyorum. Belki farkında olmadan tasarladığım (ne demek oluyorsa) bu ışıksızlık bana onlarla uğraşma şansı verir.
Güzel de bir müzik olmalı fonda.
Mesela Rahmaninov veya Çaykovski.