arama

Çarşamba, Aralık 13, 2023

Üslûp hakkında daldan dala

Üslûp bu internet çağında daha da karmaşık bir konu haline geliyor düşüncesindeyim. Teknolojinin yaygınlaşması, ve buna bağlı olarak üretimin imkanlarının artması, türler arası alanlarda tercih ve üretim yapmayı kolaylaştırıyor. 2009 yılında, burada, buna -çok dolaylı da olsa- değinen bir yazı yazmıştım. 

Çok değil, yüz yıl kadar önce bir yazıyı bir görüntüyle -hele de renkli bir görüntüyle- zenginleştirmek, büyük zahmet gerektiren, zaman alan ve pahalı bir eylemdi. Şimdi ise müzik, video ve yazıyı bir araya getiren interaktif içerikler birkaç saniyede hazırlanıp herkese ulaştırılabiliyor. O kadar geriye gitmeye de gerek yok. Daha 5-10 yıl kadar önce Twitter yazı, Instagram fotoğraf, YouTube ise video için özelleşmiş alanlardı. Ama şu anda, bu üçü arasındaki sınır çokça belirsizleşmiş durumda.

Ben, içerik adıyla sınıfsızlaştırılmış bu tür şeyleri hazırlamak konusunda çok becerikli değilim. Fakat Jon Fosse'nin bu sene Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanmasını takiben okumaya başladığım ilk romanı olan Melankoli I-II ile ilgili yorumumu iki görsel kullanarak, çok daha etkin yapabileceğimi düşüncesi geldi aklıma. Ya da sadece böyle yapmak istedim. Ama sonrasında, bu olasılık beni yukarıda hatırlattığım blog yazısında da kafamı kurcalayan konuya geri getirdi. Ne kadar açıklama yapmalıyım? Paylaşmayı arzuladığım iki görüntünün ilki olan resmin adının Melankoli III olduğunu söylemem yeterli mi mesela? Yoksa ressamının Edvard Munch olduğunu da eklemeli miyim? Peki eğer bunu eklersem, Munch'un da romanın yazarı ve baş kahramını gibi Norveçli olduğuna da değinmem gerekir mi? Ya da hepsini, resmin senesiyle de birleştirip "Melankoli III Norveçli ressam Edvard Munch tarafından, Norveçli yazar Jon Fosse'nin Melankoli I-II adını verdiği romanının baş kahramanı olan Norveçli ressam Lars Hertervig'in ölüm yılı olan 1902'de yapılmış bir resim olması açısından da bu kitabı takip ediyor hissi uyandırıyor" mu demeliyim? 

Edvard Munch - Melankoli III (1902)* [kaynak: MoMA]

İkinci görüntü ise anlatımın benzer şeyleri tekrarlayarak genişlemesini ve bu genişlemeyi yaparken de aynı merkez etrafında tekrarların döngüsel hareketini göstermesini arzu ettiğim fraktal temsili olmalı. Ama bunu da açıklamam gerekir mi? Yoksa bir önceki görseli açıklamak için kullandığım metinde, anlatımın bu görselle özdeştirdiğim özelliklerini kullanmaya çalışarak mı vurgulamayı denemeliyim?

Fraktal [kaynak: American Physical Society]

Cuma, Şubat 03, 2023

ODTÜ Sanat 20

I
Daha önce de bahsetmiştim*, resim başta olmak üzere plastik sanatlar ilgimi çeker. Bu konuda akademik bilgim yok denecek kadar az olsa da müze, sergi, galeri gezmek ve fırsat olursa sanatçılar, eserler, etkinlikler hakkında birşeyler okumak, dinlemek -hatta bunlara dair sohbet etmek- hoşuma gider. Rafine olmayan bu ilgim, çok obur bir şekilde, sanat tarihinin kapanmış dönemlerinde verilen eserleri müzelerde görme isteğiyle birlikte, güncel eserleri galerilerde, sergi salonlarında takip etme çabasını da içeriyor. Bende bu günceli takip etme fikrini yerleştirip, bana bu konuda en istikrarlı şekilde yardımcı olan etkinlik, ODTÜ Sanat Festivali kapsamında düzenlenen sergiydi diyebilirim sanırım. Festival ana mekanı olan ODTÜ Kültür Kongre Merkezi’nin sergi salonu ve fuayelerinde, festival süresince ziyarete açık olan bu sergilerde, belli bir tema çerçevesinde, hem ODTÜ koleksiyonundan eserler hem de bu etkinlik için ulaştırılmış, üretilmiş eserler ziyaretçilerin beğenisine sunuluyordu. Küratörleri, tercihleri ve sanatçıların özgün işleri ile -özellikle memlekette- çağdaş sanatın nerede olduğunu ve (bazen nereden geldiği ile birlikte) nereye gittiğini görmemi sağlamış bir etkinlik olarak bende yeri hep ayrı olmuştur. Son 13 senesini takip etme fırsatı bulduğum bu etkinlikle ilgili, biten bir şeyden bahseder gibi bir ton takınmamın nedeni de -büyük ölçüde- ziyaret ettiğim sonuncusu olan 2019 sergisi. Şimdi biraz bundan bahsedeceğim.

Festival kapsamında ziyaret ettiğim sergilerin katalogları.

II
2013 yılından beri ODTÜsanat olarak adlandırılan ODTÜ Sanat Festivali’nin 20'incisinin düzenlendiği 2019 yılında da serginin her zamanki merkez mekanı olan, ODTÜ Kültür Kongre Merkezi'nin ana fuayesinde yer alacağı etkinlik programında duyurulmuştu. "Kampüste Sanat" başlığıyla tanımlanan şeyin önceki yıllardaki sergilerden farklı, bambaşka bir şey olduğunu ise ancak ziyaret edince anlayabildim. Aşağıdaki fotoğraflar yeterince iyi aktarabilecek mi emin değilim ama boşvermişliğin vücüt bulmuş hali denebilecek seviyede bir özensizlik, ilgisizlik ve baştan savma hali vardı mekanda. Kurulu alan, önceki yıllarda doldurup taştığı ana mekanın yarısını bile kaplamıyordu. Buna rağmen kullandığı alanda öyle bir boşluk görüntüsü vardı ki sanki içeriği olduğundan daha kalabalık gösterip, fazla yer kaplamatmak için çaba gösterilmiş ama -14pt font ve çift boşlukla yazılan tüm raporlarda olduğu gibi- bunda -da- başarısız olunmuş.




Şehir ve Bölge Planlama Bölümü'nden Bahar Gedikli'nin, kataloğunda düzenleyen olarak göründüğü sergideki bu baştan savma tavrın benim için ilk göstergesi tabii ki serginin kapsamıydı. Zaten kampüste ulaşılabilir yerlerde yer alan ve kamuya açık olan eserlerin listelenmesine sergi denebilir mi hala emin değilim. Bu listeleme, eserlere dair açıklamalar, belgeler, tanıklıklar veya eserlerin birbirleriyle ya da başka eserlerle, olaylarla, vb. bağlantıları ile birlikte sunulması halinde** belki anlamlı ve ilgi çekici  olabilirdi ama böyle bir zenginleştirme de yapılmamıştı. Hatta tam tersine sunulan kısıtlı materyalle ilgili bilgi eksikleri de vardı. 
ODTÜ kampüsünde en yaygın buluan heykeller, tarihsel önemi olan bazı insanların büstleri olduğu için -karşılıklı iki duvardan oluşuyor gibi düşünülebilecek- sergi alanın duvarlarından biri de doğal olarak, tamamen bunlara ayrılmıştı. Yalnız heykellerin duvar boyunca yan yana sıralanan fotoğraflarının hemen altında, büstlerin temsil ettiği kişinin isminin yazılması için ayrılmış alanların bazılarında “Bilinmiyor” ve “İsimsiz” yazıyordu. İki farklı anlama gelen bu iki ifadenin büyük olasılıkla aynı şeyi anlatmak için, tutarsızlık yaratacak şekilde kullanılması bir yana, böyle bir sergi düzenleme iddiasında olanların bu şekilde bir bilgi eksikliğini gidermemiş olmaları, benim açımdan kabul edilemez bir özensizliğin göstergesi. 
Heykellerin siparişleri ve kabulleriyle ilgili yazışmaların okul arşivlerinde yer alması gerektiğini veya bunlara dair bir yerlerde (arşiv, kütüphane, vb.) eski fotoğraflar ve yazılar olması ihtimalini bir kenara bıraksak bile, büstlerin ilgili bölümlerin çevrelerine yerleştirildiği düşünülünce kayıp olan bu bilgilerin kolayca bulunabileceği fikrindeyim. Mesela ben aşağıdaki bu “İsimsiz” büstü Antoine Lavoisier‘e benzettim. Meşhur kimyagerin neredeyse bütün resimlerinde, heykelin de yaptığı gibi, yukarı köşeye bir bakış atar şekilde gösterilmiş olması açısından da tutarlı olabilir bu tahmin. Eğer büst Kimya Bölümü civarında bulunuyorsa, bu tahminimi daha da güçlendirirdi ama sergide hangi büstün kampüsün neresinde görülebileceğine dair bir bilgi de paylaşılmamıştı.

Antoine Lavoisier

"İsimsiz" büst (solda) ve 1743-1794 yılları arasında yaşayan kimyacı Antoine Lavoisier'i temsil eden gravür (sağda)

Benim için boşvermişliğin tepe noktası ise aşağıda fotoğrafını görebileceğiniz Domingo Notaro'ya ait bronz heykel idi. Bir dönem Türkiye'ye görece sık gelen ve bu dönemde haberlerde kendisinden "Picasso'nun öğrencisi" olarak bahsedilen sanatçının 2005-2007 yılları arasında ODTÜ ile de bir takım ilişkileri olmuştu. Bu süre zarfında bir dönem ODTÜ'de kalan ve burada çalışmalar yapan sanatçı, takip eden dönemde üniversitenin teknik olanaklarını kullanarak mikroskopik bir heykel üretmesiyle de gündem olmuştu. En sonunda bu dönemde yapılan çalışmaları göstermek için, bu yazının konusu olanla aynı mekanda, bir sergi düzenlenmişti. O sırada okulda olduğum için bu ziyaretin, çalışmaların ve serginin çok ses getirdiğini net bir şekilde hatırlıyorum ama hafızama güvenmeyip internette arattığımda da o günlere ait şu haber-ler-i bulabildim. Bu serginin merkezinde birbirini takip eden taslaklar çizimleri ile olgunlaşma süreci de gösterilen bir eser vardı ve tahmin edilebileceği üzere o eser bu heykeldi. Bunları anlatmama sebep olan özensizlik ise bahsedilen heykeli sergi mekanından ayıran tek şeyin -ikinci fotoğrafta da görülebilen- camekan benzeri bir yapı olmasına rağmen bu nesneye yer verilmemiş olması. Serginin en uzak köşesinden bile rahatlıkla görülebilen, organik şekilde gösterime dahil olan böyle bir eserin, bu temada yer bulamamasının tek sebebinin gözden kaçmasına yol açan bir baştan savma tavrı olabileceğini düşünüyorum.



Serginin geneliyle ilgili, aceleye gelmiş, son dakika tamamlanmış hissi de veren bu özensizliğin sebebiyle ilgili, o dönemde türlü dedikodu da dönmüştü. Bunların doğruluğundan bağımsız olarak gördüğüm şey karşısında büyük bir hayal kırıklığına uğradığımı rahatça söyleyebilirim. Ve hala, her ne sebepten olursa olsun, ortaya böyle bu ürün çıkaranların da bu kalitesizlikten ötürü utanmaları gerektiği düşüncesindeyim.  

III
Bu yazıyı sergiyi ziyaret ettiğim 2019 nisanından bu yana yazmak istiyorum. Kafamda kurguladığım ilk halinde, yazının sonuna doğru, gelecek sene (2020) bu serginin düzenlenmeyeceğine dair bir kaygımı dile getirecektim. Bu kaygımın, öngördüğüm şekilde gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini öğrenme şansımız olmadı. Çünkü maalesef 2020 nisanında hemen herkes küresel salgın etkisinde bir telaş halindeydi ve hatırlanacağı gibi, salgın önlemleri kapsamında toplu etkinliklerin yapılması gibi bir ihtimal de yoktu. Sonraki yıllar da benzer şekilde geçti. Şu andaki durumu bilmiyorum. Belki insanların aklından böyle bir organizasyon yapma fikri tamamen çıkmıştır ya da -bu durum hala geçici olarak değerlendirilip- salgın, bu yıl (2023) için bile bir gerekçe olarak dile getiriliyordur. Veya belki -benim için en beklenmedik bir şekilde- verilen uzun aradan sonra bu sene ODTÜsanat21 yapılır. Ama yapılsa bile yukarıda sergi için anlattığım durumun değişeceğine dair herhangi bir beklentim yok. Yazımın az önce bahsettiğim ilk kurgusunda, anlattığım olayın, mevcut rektörün görev süresi içinde olmasının bir tesadüf olmadığını düşündüğümü dile getirerek noktayı koymayı planlıyordum. Ama yazıyı, aradan bu kadar zaman geçtikten sonra yazınca, kapanışta bu zamana, ertelenmeye dair de bir şeyler söylemek isteğim belirdi. Fakat yine bu geçen zamanda kampüs genelinde yapılan toplu etkinliklerin -sınırları çok kesin ve sert şekilde çizilmişleri dışında- hemen hepsinin çeşitli sıkıntılarla  gündeme gelmesi, bu denk gelişin tesadüf olmamasına dair düşüncemi güçlendirdiği için bunun en azından bir noktalı virgül olarak burada durmasını istiyorum.

iv
Yukarıda da bahsettiğim gibi bu yazıyı sergiyi ziyaret ettiğim zamandan beri yazmak istiyordum. En başta, sergi hala ziyarete açıkken belki kısıtlı da olsa bir tartışma ortamı yaratabilecek bir güncelliği de vardı. Ama benim yazma sürelerim düşünüldüğünde aslında var olmadığı kolayca görülebilecek bu ihtimalin illüzyonu da kısa bir süre sonra ortadan kayboldu. Ondan sonra zaman olarak içinde kalmak istediğim aralık, takip eden yaklaşık bir senelik süreydi. Burada da bir sonraki edisyon için öngörüyü hala anlamlı kılacak bir pencere vardı. Ama sonra o da geçti. Ondan sonra, salgın süresince, zaman algısı hemen herkes için epeyce büküldü zaten ama ben bir iki daha niyetlendim. Bu bölümü yazma fikri de o denemelerimde belirdi. İçinde bulunduğumuz çağın belki tanımlayıcılarından biri olabilecek olan "anındalık" hissinin ve bunun yarattığı telaşın bendeki yansımalarına dair birşeyler söylemek istedim. 
Başta bir zamanı kaçırıyormuşum hissiyle yazıyı "yetiştirmeye" çalışıyordum. Sonrasında bu yazının öngörülmeyen bir zamanda gelmesinin ve belki pek çokları için bağlamdan kopuk olmasının da bu yazının sebeplerinden biri olabileceğini düşündüm. Çünkü bazen bu hissi kaybedip çok mekanikleşiyor olsam da burası benim öznel notlar tuttuğum ve önemseyenlerle paylaştığım kişisel bir mekan. Ben gazeteci değilim. Belli bir konuyu, belli bir şekilde ve belli zamanda sunmak gibi bir yükümlülüğüm yok. Bu son söylediklerimi de okurdan çok kendime söylüyorum mesela; ama bunu da varmak istediğim yere, oradan gitmek istediğim için yapıyorum. Varmak istediğim yer ise bu yazıda bahsettiğim konunun sunulacağı en iyi zamanın bugün olduğu. Çünkü yukarıda bahsettiğim ve bende bir hayal kırıklığı yaratan sergiyi unutmuyorum ben. Böyle olduğu sürece de hetrhangi bir yerde gezdiğim bir sergide, bir kampüs ziyaretimde ya da okulla ilgili haberlerle karşılaştığımda, vs. bazen aklıma geliyor bu olay ve o andaki donelerle, yeni kurulan bağlantılarla onu tekrar konumlandırıyorum. Yani özetle tartışmaya devam ediyorum. Bu tartışmanın, şiddeti ve yoğunluğu hep değişiyor. Ama unutmadığım yani tartışmaya devam ettiğim sürece, hakkında söyleyecek taze bir şeylerim hep oluyor. İşte o andaki tazeliğini yazı formunda sabitlerdiğim ve sunduğum zaman da hep en iyi (ve tabii ki aynı anda en kötü) zaman olacak gibi bir fikrim var. (Ya da kendimi böyle kandırmak istiyorum.) Bu, blogda bahsettiğim hemen her şey için böyle sanırım. 
Hakkında yazdıklarım, nesnel gerçekler olarak zamansız değiller. Ya da güncel konularda erken ve keskin tavırlar alarak bundan fayda üretmeye çalışan bir konumum da yok. Aksine uyaranların fazlalığı ve hızı ile ilgili her geçen gün artan bir rahatsızlığım var denilebilir herhalde. O yüzden zamanın eleğinden biraz daha faydalanmanın iyi bir fikir olabileceği düşüncesindeyim şu aralar. Bunu da 2019 yılında gezdiğim bir sergi ile ilgili yazdığım yazıyı 2023 yılında nihayet tamamlarken dile getirmek istedim.

*Mesela şu notta, yazının konusu olan etkinliği de anarak değinmişim buna.
**Akışı kesmemek için metin içinde paylaşmadım ama konu olarak ODTÜ Kampüsü ile ilişkisinden dolayı paylaşmadan da edemeyeceğim Salt'ın 2017 tarihli İşveren Sergisi bu alanda ülkede gördüğüm yetkin örneklerden biriydi. Künyesinde katkı veren olarak ODTÜ Mimarlık Fakültesi de yer aldığı sergi, İstanbul'dan sonra 2018'de Ankara'ya da uğramıştı.

kedi


Perşembe, Mart 31, 2022

Çok gecikmiş olsa da yine yeni yılı karşılamak için geçen yıldan 3 kitap hakkında bir yazı

Geçen senenin ilk yazısında, bir önceki sene okuduğum kitaplar arasından seçtiğim üç tanesinden bahsetmiştim. Blogu pek etkin kullandığımı söyleyemeyeceğim 2021’in diğer yazısında da kitaplardan bahsettiğim için “acaba kişisel blogum bir tür kişisel edebiyat ortamına mı daralıyor” diye kaygılanmamı bir kenara bırakacak olursak, geçen seneki bu ilk yazımdan epeyce keyfetmiştim ve bunun için bu sene de açılışı aynı temayla yapmak fikrindeyim.


Yine geçen seneki yazıda da değindiğim üzere bu kitapları, biten seneyi bir şekilde özetlemek ya da hatırlatmak amacıyla seçiyorum. Yoksa bu üç kitap sene boyunca okuduklarım arasından seçilen edebi açıdan en başarılı bulduklarım, en çok etkilendiklerim, en beğendiklerim, vb. bir “en”ler listesi değil.

Bu açıklamayı tekrarladıktan sonra ve kitapları sıralamaya başlamadan önce kısa bir özet yapacak olursam seçim yapmanın görece zor olduğu bir sene olduğunu söyleyebilirim. 2021 hem Veba Geceleri ile Orhan Pamuk’un hem de Doğum Lekesi Gibi Bir Gülümseme ile Barış Bıçakçı’nın yeni kitaplarının yayımlandığı, olağan şüphelileri çok kuvvetli bir seneydi. İkincisini daha çok olmakla birlikte iki kitabı da beğenmeme rağmen geçen seneye dönüp baktığımda aklıma daha önce geleceğini düşündüğüm başka kitaplar var. Bu kitaplar, sene içinde ilgilenme sırama göre şöyle:

The Books of Earthsea: The Complete Illustrated Edition

The Books of Earthsea, Ursula K. Le Guin (çiz. Charles Vess)
Saga Press (New York), Ekim 2018

2021 benim için öncekilerden daha belirgin bir şekilde tekrar okumaların senesi oldu. Yeni Hayvan Çiftliği çevirileriyle başlayan senede, Nahid Sırrı Örik'in Kıskanmak'ını on yılı aşkın, Frank Herbert'ın Dune'unu yirmi yılı aşkın süre sonra tekrar okudum. Geçen sene yazdığım diğer blog yazısında da değindiğim üzere, hem kendimle hem de yazarıyla ilgili denk gelişler sonucu bu yılın ortasında İlahi Komedya ile de çokça zaman geçirdim. Onun çevresinde İlyada, Odysseia, Aeneis, Yitirilen Cennet gibi aynı doğrultuda saydığım başka büyük lirik eserlere de çokça dadandım diyebilirim herhalde. Bunlardan biri (özellikle yıl boyunca adını bazı talihsiz olaylar dolayısıyla da çokça andığım İlahi Komedya'nın Ayçin Kantoğlu çevirisi) de bu seçkide yer alabilirdi. Ama geçtiğimiz sene, bana daha önceden okuduğum metinlere tekrar dönme sebebi ve imkanı veren daha müstesna bir eser var, o da Ursula K. Le Guin’in en önemli eserlerinin başında gelen Yerdeniz serisinin toplu ve resimli baskısı.

En özel kişiden gelen bir hediye olarak zaten hayatıma çok avantajlı bir giriş yapan bu eser aynı zamanda içeriği ve sunumuyla bir nesne olarak da çok ilgi çekici ve etkileyici. Bu büyük boyutlu, sert kapaklı, şömizli, resimli, yaklaşık bin sayfalık ciltte, Ursula K. Le Guin’in Yerdeniz evreninde geçen beş roman ve bir öykü kitabı biraraya getirilmiş. Bu altı kitaplık seri, sonuna eklenmiş A Description of Earthsea adlı açıklama bölümü, The Word of Unbinding, The Rule of Names, The Daughter of Odren, Firelight adlı dört öykü, Earthsea Revisioned adlı değerlendirme metni ve kitaplara eşlik eden resimler ile zenginleştiriliyor. Adı geçen öykülerin ilk ikisi, serinin başlatıcısı olan Yerdeniz Büyücüsü’nden önce kaleme alınmış ve Yerdeniz evreninin sınırlarını çizmeye başlamış. Yazarın kaleme aldığı giriş yazısında, başta yer alan Yerdeniz haritasının da yine bu dünyayı oluştururken kendisi tarafından çizilen haritanın bir kopyası olduğu belirtilmiş. 

Metne eşlik eden çizimler de Charles Vess tarafından resmedilmiş. Çizerin notunda bu resimlerin, yazar hayattayken onunla iletişim halinde ve yönlendirmesiyle yapıldığını söylüyor.

Yerdeniz serisi ilgili aslında söylenecek çok bir şey yok. Hala büyüme konusunda okuduğum metinler arasında beni en çok etkileyeni. Özellikle çocukluktan çıkışı (coming to age) anlatan üçlemenin benim için yeri çok ayrıdır. İlk okuyuşum serinin -yıllar sonra gelen- dördüncü kitabı olan Tehanu’dan sonra tıkanmıştı. Bunu takiben verdiğim uzun bir aradan sonra Yerdeniz Öyküleri ve Öteki Rüzgar ile tamamlamıştım destanı. Şimdi aradan geçen zamandan sonra ilk kitapların hissi benim için hala benzer kalırken, o zaman benim için serinin en zayıf parçası olan Tehanu da -herhalde geçen zamanla birlikte- bana daha çok şey ifade eden bir hal aldı. Şu haliyle rastgele bir sayfasını açıp okumaya başladığımda kapılıp gittiğim, çok keşfettiğim, kusursuza en yakın bir eser benim için.

Listede adını andığım bu ilk kitabı özel yapan şeylerden biri de nereden geldiği. Kimden geldiği ile özelleştiğine az önce kapalı bir şekilde değindiğim kitabın kadınlar tarafından kurulup işletilen bağımsız bir kitapçıdan alınmış olaması da bu kaynağı zenginleştiriyor. Bir süredir kafamı kurcalayan ve bir noktada düşüncelerimi toplayıp üzerine daha çok söz etmek istediğim “zincir, kitapçı, yerel, bağımsız, vb.” kavramlar ile de ilgili olması açısından da özel olan bu kitap kaçınılmaz bir şekilde bu senenin listesininde kendine yer buluyor.

Karıncaların Günbatımı

Karıncaların Günbatımı, Zaven Biberyan (çev. Sirvart Malhasyan)
Aras Yayıncılık (İstanbul), Mart 2019

Geçen seneki yazıyı bitirirken bu sene için adını andığım kitaplardan biri de bu eserdi. Bir süreden beri yazarla tanışmak istiyordum ve senenin daha erken bir zamanında Yalnızlar adlı romanını okuyarak bu isteğimi gerçekleştirdim. Senenin sonuna doğru yaklaşırken de nihayet Karıncaların Günbatımı ile buluşabildim ve son zamanlarda okuduğum en etkileyici metinlerden biri ile böylece karşılaşmış oldum.

Kitap Türkçe’de ilk kez 1998 yılında Babam Aşkale'ye Gitmedi başlığıyla basılmış. Yayınevinin, o dönem Salkım Hanım’ın Taneleri kitabı ve sinema adaptasyonu sayesinde oluşmuş ortamda daha görünür olacağını öngördüğü için bu adı tercih ettiği, orijinal adının motamot çevirisi ile yapılan, düzenlenmiş yeni basımların sunumunda belirtmiş. 

II. Dünya Savaşı bitimiyle üç buçuk yıllık Nafıa askerliğinden dönen başkarakter Baret’in kendini içinde bulunduğu ortam ve burada konumlanma süreci şeklinde yüzeysel bir şekilde özetlenebilecek bir konusu olan roman, anladığım kadarıyla çokça otobiyografik öge de içeriyor.  Ölçüsüzce yüksek çıkartılan Varlık Vergisi borçlarını ödemektense çalışma kampına gitmenin -en azından dilde- sıradan bir vaka olarak yaşandığı ortamda uygulamanın arzu ettiği gayrimüslimden müslime servet transferine ek olarak, gayrimüslim topluluklarında elitin uzaklaşması ve daha az eğitimli, yoz kitlenin zenginleşmesi ortamında, savrulan bir insanın hikayesi -bana Rus klasiklerini hatırlatan ama aslında çağdaş ve yerel olan bir sesle- son derece yetkin ve etkileyici bir şekilde dile getirilmiş. Böyle bir eserin yakın zamana kadar görmezden gelinmesi bu övgü ile tezat oluşturuyor gibi gelebilir belki. Ama yazarın kendi cemaatinin de hoşuna gitmeyecek şeylerden bahsetmekten çekinmemiş olduğunu düşündüğüm için bu durum bana şaşırtıcı gelmiyor. Böyle, kimseye yaranma derdi olmadan eser veren yaratıcılara her zaman saygı duymam da esere karşı duyduğum ilgide pay sahibi olabilir. Ama her haliyle 2021 yılını düşündüğümde aklıma gelecek eserlerin başında yer alacak bu roman.

Buluşmanın 1921 doğumlu yazarın 100. yaşına denk gelmesi de güzel oldu kanımca. Bu yıldönümü çevresinde yazarın görünürlüğünün ve kendisiyle ilgili üretimin artması, buluşmayı büyük bir tesadüf olmadan çıkartıyor tabii, ama hoşluğunu ortadan kaldırmıyor. Hatta bunun ötesinde, eserin bu yılla olan ilişkisini de perçinliyor.

Bereketli Topraklar Üzerinde

Bereketli Toprak Üzerinde, Orhan Kemal
Everest Yayınları (İstanbul), Ağustos 2021

Yine geçen seneki yazıda dile getirdiği isteklerimden biri de 2021 yılında bir Orhan Kemal kitabı okumaktı. Sene bitmeden bu isteğimi yazarın 1954 tarihli romanı Bereketli Topraklar Üzerinde ile gerçekleştirdim. Yıl, aralık başında bitseydi, bu eser büyük olasılıkla burada adını anmayacağım diğer kitapların yanında kalacaktı. Fakat geçen sene okuduğum son metinlerden biri olan bu roman, okurken aldığım bir haberle birlikte, benim için -aksi mümkün olmayan bir şekilde- bu yılı düşündüğümde aklıma gelecek ilk kitap olarak yer etti.

İki Kemal’ler olarak dimağımda yer tutan Yaşar Kemal ve Orhan Kemal, doğup büyüdüğüm topraklarda yetişmiş ve buradan seslenen iki dev olarak lise çağımda “bu zamana kadar nasıl oldu da okumadım” diye kendime kızarak tanıştığım ve o günden bu güne zaman zaman tekrar dönerek benim için yeni olan eserlerini keşfettiğim yazarlar olmuştur. Bahsettiğim hemşehrilik ilişkisinden ötürü her zaman bir aşinalık hissettiğim bu iki yazardan Orhan olanına çeşitli sebeplerden ötürü ayrı bir yakınlık daha geliştirdim geçen zamanda. Şimdi bu yakınlığı mümkün kılan bağlantıda bir kesinti oluştu. Benim bu kitapta anlatılan zamanla, insanlarla birinci elden kurduğumu düşündüğüm bağ koptu. Yazarın satırlarını elle tutunabilecek derecede gerçek kılan yakınlığın solduğu o anda elimde bu kitabın olması da senenin son tesadüfü oldu ve sadece 2021 denildiğinde değil, Orhan Kemal denildiğinde de aklıma gelecek ilk eseri, -edebi bağlamından tamamen kopuk bir halde ve- kolayca değişmez bir şekilde, belirledi.

          

2020 yazısını bitirken söylediklerime büyük ölçüde sadık kalmış görünen bir metin var yukarıda. Büyücü fotoğrafından Karıncaların Günbatımı’na, Le Guin’den Orhan Kemal’e sene için beklentilerime uygun bir görüntü var yukarıda. Yazıda Orhan Pamuk’un adını andım zaten; ama yine geçen seneden gelen ve adları anılmayan Yaşar Kemal ve Haruki Murakami de vardı 2021’de. Sanırım biraz da bu açıdan, yaşanan seneye yol gösterici olduğu için, bu değerlendirme fikrini tekrar uygulayacak kadar beğendim. Fakat geçen seneye sığdırmak istediğim Sus Barbatus! 2 yoktu maalesef orada. Veya 2666. Veya Benim Olağanüstü Akıllı Arkadaşım. Bu isimleri 2022’ye taşıyorum burada. Onlara yine bir takım hacimli eserler eşlik edecek. David Grossman’dan Ülkenin SonunaJaume Cabré’den İtiraf Ediyorum ve Mario Vargas Llosa’dan Dünya Sonu Savaşı bu sene en azından birkaçını okumak istediğim romanlar olarak beliriyor. Bunlara ek olarak klasik okumaları da yapmak istiyorum. Ne zamandır rafta olan Moby Dick ve Büşra ile bu sene birlikte okuruz diye konuştuğumuz Savaş ve Barış ufukta görünenler. Ve yine geçen sene bahsettiğim ama gerçekleştiremediğim “uzun, uzak bir yolculuğa çıkma olanağım olursa yanıma bir cilt Seyahatname almak niyetim” de devam ediyor. Bakalım bu sefer nasıl bir yıl olacak. Belki gelecek senenin ilk yazısında da yine bu değerlendirmeyi yaparım.kedi

Pazar, Haziran 13, 2021

35.0: İlahi Komedya

Şu aralar destansı anlatımlarla bir miktar içli dışlı sayılabilirim. Evin farklı yerlerine farklı epik şiir metinleri yayılmış durumda ve ben fırsat buldukça bunlarla ilgileniyorum. Bu dağınık ilginin tek bir sebebini işaret etmek mümkün değil sanırım. Bunun yerine durumun gelişmesinde etkin olan çeşitli koşullar olduğunu söylemek daha yerinde olur. Bu etkenlerden bir tanesi de gözlemleyebildiğim kadarıyla Türkçe yayıncılıkta, bu türün üretiminin ve görünürlüğünün artması -ya da bana öyle gelmesi. Son yıllarda farklı yayınevleri, yeni baskılarla ve çevirilerle bazı önemli metinleri gündeme getirdi. Jaguar Kitap'ın Ağustos 2019'da gözden geçirilmiş bir şekilde tekrar yayımladığı Türkan Uzel'in Aeneis çevirisi ve İthaki Yayınları'dan iki ay kadar önce çıkan, Yiğit Yavuz çevirisiyle ilk kez tam metin olarak Türkçe'ye kazandırılan, Yitirilen Cennet baskısı bu ilginin iki güzel örneği bence. Bana yazıyı yazdıran da bu türün yukarıda adını andığım iki büyük başlığı arasındaki zamanın en başat eseri olan ve rahatça dünya edebiyatının en önemli metinlerinden biri olarak nitelenebilecek, Dante Alighieri'nin başyapıtı, Giovanni Boccaccio'nun "İlahi" olarak nitelediği, Komedya.

1321'deki vefatından bir sene önce tamamladığı bu eseriyle İtalyanca dilinin kurucusu haline de gelmiş olan Dante'nin ölümünün 700. yıldönümüne denk gelen 2021 yılı, çoğunuzun bildiği üzere, İtalya tarafından Dante Yılı olarak ilan edildi. Tabiidir ki dünyayı bu derece etkilemiş bir figür anısına düzenlenen böyle bir etkinlik bir ülkenin sınırlarıyla kısıtlı kalmadı. Örneğin Türkiye'den, aynı yayın grubu altında faaliyet gösteren iki yayınevi, Everest Yayınları ve Alfa Kitap, iki farklı İlahi Komedya çevirisiyle Dante Yılı heyecanına dahil olmuş.

Yıkarıda bahsettiğim gibi epik şiirlerle aramın iyi olduğu bir dönemde gelmesine ek olarak, şiirin baş kahramanı da olan yazarın, 1300 yılı Paskalya'sından önceki perşembe gecesi başlayan, yani -ömrün ortası ya da zirvesi olarak tanımladığı- (meşhur) 35. yaşındayken başından geçmiş gibi aktardığı, olayları anlatması açısından da eserle ilgilenmem için ideal bir zamandı. Yine yukarıda bahsettiğim yeni çeviriler de, sanırım şiirin işaret ettiği bu başlangıç zamanını da gözeterek, Nisan ayında dağıtıma çıktı. Benim elime ulaşmaları da daha ideal bir şekilde Mayıs başında oldu ve peşinden gelen uzun tatil de daha fazla zaman geçirebilmemi sağladığı için bu denk gelişi pekiştirdi.

Yeni gelenlerle birlikte elimde dört farklı İlahi Komedya çevirisi olmuş oldu. Bunların hem çeviri tarihi hem de kitaplığıma katılış tarihi en önce geleni, M.E.B. Yayınları'nın Batı Klasikleri serisinden çıkmış olan üç ciltlik edisyon. Eserin ilk Türkçe çevirisi 1938 yılında, Hamdi Varoğlu tarafından Fransızca'dan yapılmış ve Hilmi Kitabevi tarafından yayımlanmış. Düzyazı formundaki bu çeviriden kısa bir süre sonra, 1955 yılında, Feridun Timur tarafından, bu sefer orjinal dili olan İtalyanca'dan ve yine düz yazı formunda çevrilmiş. İlk kez Maarif Vekaleti Dünya Edebiyatından Tercümeler dizisinden yayımlanan ve bende 2001 tarihli üç ciltlik bir M.E.B. Yayınları baskısı olan çeviri, sanırım şu anda da Altın Kitaplar Yayınevi tarafından basılmaya devam ediyor. Kitap -kanımca bakanlığın çeviri fikrinin de bir yansıması sayılacak şekilde- bilgilendirmeyi -metinin sunacağı edebi zevke bile kıyasla- öncelemiş bana göre. Bunun güzel bir göstergesinin, birinci cilt olan Cehennemin 352 sayfalık hacminin ilk 64 sayfasının önsöz olarak ayrılması olduğu düşüncesindeyim. Her ciltte metinden önce bir içindekiler listesi ve cildin konusu olan ahiret mekanının katlarının tablosu da sunulan eserde, her manzumenin başında da o manzumenin genel hatlarını çizen bir giriş bölümü yer almakta. Ayrıca detaylı dipnotlar ile de metin anlaşılır kılınmış. Komedya ile tanışmamı saplayan bu çeviriyi okuyuşumdan aklımda kalan pek keyif almadan, metinin içeriğine bir hakimiyet geliştirmiş olduğum hissi. Ama yine de -yatılı okuyan bir lise öğrencisinin, üzerinde pek kafa yormadan alabileceği kadar- düşük bir bedele, insanın fikrinin olmadığı bir başlıkta güvenle başvurabileceği bir ilk kaynak görevi gören M.E.B. Yayınları'nın bu baskısı hala kitaplığımın önemli üyelerinden biri benim için.

Bu epik şiirin kitaplığıma ikinci girişi ise bundan 7-8 yıl sonra oldu. Oğlak Yayınları tarafından yayımlanan, Rekin Teksoy'a ait bu tercüme aynı zamandan eserin Türkçe'ye, manzum formdaki ilk çevirisi. İlk kez 1998 yılında yayımlanan bu metnin tek ciltlik ve üç ciltlik olmak üzere iki farklı baskısı mevcut. Bendeki kopyası ise 2010 tarihli bir set. Türkçe'ye yapılan ilk tercümenin üzerinden uzunca bir zaman geçtikten sonra yapılan bu çeviride, bence edebi zevk öncelenmekle birlikte, yine belirgin bir bilgilendirme kaygısı da mevcut. Aynı göstergeyi kullanacak olursam 333 sayfalık ilk ciltte, 31 sayfalık bir önsöz yer alıyor. Buna ek olarak üçüncü cilt olan Cennet'in sonunda ise üç cildi kapsayan bir özel adlar dizini ve içindekiler listesi de bulunuyor. Bu basımlarda İlahi Komedya için yapılmış bazı meşhur çizimler de metin içine dağıtılarak, metnin öne çıkarılan edebi karakteri estetik bir sunumla parlatılmış. Gustave Doré'nin ve (kapakta -ve doğal olarak kutuda- yer alan figürlerin de sahibi olan) Sandro Botticelli'nin bu resimlerinin hangi kantolarda kullanıldığı ise her cildin sonunda, ayrı bir sayfada belirtiliyor. Benim Komedya'nın etkileyiciliği ile gerçek anlamda tanışmam bu eserle oldu diyebilirim sanırım ve bu açıdan bu çevirinin yeri bende hep ayrı kalacak.

Bu ilk manzum tercümeden yaklaşık yirmi yıl sonra, bu sene yayımlan ve peşi sıra kitaplığıma dahil olan yeni edisyonlardan ilk gördüğüm Everest Yayınları'ndan çıkan Ayçin Kantoğlu çevirisiydi. Açıkçası ben Dante Yılı görünürlüğünde bile yeni bir çeviri gelmesini beklemezdim ve karşılaşınca şaşırdım. Aslında Türkçe, Ulysses gibi başka bir dile aktarılmasının zorluğuyla bilinen bir eserin bile birden fazla -özenli- çevirisi ile karşılaşılabilen, tercüme açısından şaşırtıcı güzellikleri içeren bir yayıncılık dili olduğundan şaşkınlığımı hızlıca attım. Sonrasında, aşağıda bir örneğini gördüğünüz şekilde kişisel twitter hesabı üzerinden çevirisinden bölümler okuyarak paylaşan çevirmenin çalışmasını merak ettim. 

Eserin bu tek ciltlik baskısını ilk bakışta en çok dikkat çeken özelliği metnin çok yalın ve kompakt bir şekilde sunulmuş olması bence. Arka kapakta, şiiri oluşturan üç başlıktan, yani Cehennem'den, Araf'tan ve Cennet'ten birer parça oluşturacak şekilde toplam 15 dizeye yer verilmiş olması dışında eseri tanıtan, sunan herhangi bir metne, bölüme yer verilmemiş bu edisyonda. Okur sadece metinle başbaşa kalıyor. Edebi zevkin en üst düzeyde öncelendiğini düşündüğüm eserde, dipnotlar da anlaşılırlığı koruyacak düzeyde bir bilgilendirme amacıyla sunulmuş. Elimdeki diğer baskılarda olduğu gibi gerekli yerlerde hatırlatmalar ve tekrarlar yaparak sürekliliği de koruyan bu bilgilendirmelerin, bu diğer baskılara kıyasla şiirin her zaman gerisinde kalmasına çaba gösteriyor.
Gözlemleyebildiğim kadarıyla çevirilerin dil tercihleriyle ilgili birazdan kısa bir paragraf açacağım ancak bu tercüme özelinde şunu söyleyebilirim ki çevirinin dili de genel olarak bu metin odaklı, okurun metinden edebi olarak keyif almasını her şeyin önüne koyan tutumla uyumlu bir şekilde sade ve akıcı. Bu ahenkli akıcılığından dolayı diğer ciltler raflarına çekildikten sonra bir süre daha bu kopya elimin altında kalmaya devam edecek diye tahmin ediyorum. 
Baskıda, bu akıcı çeviriye eser boyunca Gustave Doré'nin gravürleri eşlik ediyor. Başta andığın yalınlığın ve yoğunluğun bir örneği olarak baskının herhangi bir yerinde bu çizimlerin kime ait olduğuna dair bir ibare ile de karşılaşmamış olmamı gösterebilirim.

Dediğim gibi yeni çevirilerden ilk gördüğüm, künyesinde basım tarihi Mart 2021 olarak belirtilen Everest baskısıydı. Alfa Kitap'ın da yeni bir çeviri yaptırdığını bundan sonra gördüm ama bu yayınevinin bastığı elimdeki kopyanın künyesinde basım tarihi Eylül 2020 olarak görünüyor. Bu yazı için yayın grubunun internet sayfasını kontrol ettiğimde de Everest baskısının giriş tarihi 29 Mart olarak görünürken Alfa baskılarının giriş tarihi 8 Nisan olarak görünüyordu. Benim gözüme çarpmasında bir gecikme ve internet sayfası tarihlerinde bir hata mı var yoksa künyeye mi yanlış yazılmış veya basım ile dağıtım arasında bir gecikme mi yaşanmış bilemiyorum ama bu kronolojik durumu işime geldiği bir yerde kullanacağım. Sevinç Elpida Kara tarfından İtalyanca aslından yapılan tercümenin iç kapağında eserin editörü olduğunu anladığım Seçkin Erdi'nin ismi de "çeviri ihya ve notlar" başlığıyla ön plana getirilmiş. Yukarıda bu çeviri için "Alfa baskıları" dedim çünkü yayınevi aynı çeviri metnini üç farklı edisyonda yayımlamış. İkisi tek cilt, biri de üç cilt olacak şekilde basılan bu edisyonların temel farkı metne eşlik eden görsellerde. Üç ciltlik baskıya Everest baskısında olduğu gibi Gustave Doré'nin gravürleri eşlik ediyor. Tek ciltlik ilk edisyonda ise Oğlak baskısında da kullanılan Sandro Botticelli'nin resimlerine yer verilmiş. Bendeki baskıda ise bu iki sanatçının arasında sayılabilecek bir döneme denk düşen William Blake'in resimleri yer alıyor. Diğer iki ressamın çalışmalarına yer veren baskılar kitaplığımda olduğu için ve bez kapak, renkli baskı gibi bazı şıklıkları da taşıdığı için Alfa'dan çıkanlar arasından bu özel edisyonu tercih ettim.
Eser, Seçkin Erdi'nin "Ölmeden Önce Ölmenin ve Yeniden Doğmanın Yolculuğu: Dante'nin Komedya'sı" başlıklı sunuşuyla açılıyor. Diğer çevirilere benzer şekilde sunumun metne oranına bakacak olursak, 708 sayfalık cildin ilk 21 sayfası bu sunuşa ayrıldığını görüyoruz. Kendi kullanımıma benzettiğim için, herhangi bir şeyi eksik bırakmayacak şekilde tanımlayıcı, tamamlayıcı önermeler sunmak adına olduğunu tahmin ettiğim şekilde cümlelerin sonsuza uzadığı bu yoğun ve bilgilendirici giriş benim açımdan çevirinin karakterinin de güzel bir göstergesi. Aslına sadık kalmanın ve eksiksizliğin her şeyden öne konulduğunu düşündüğüm bu çeviri edebi olduğu kadar akademik bir çalışma izlenimi de bıraktı bende. Bu önceliğin şekil açısındaki yansımasının da kafiye düzenini eksizsiz ilk tam metin olma özelliği olarak sunuşta tanımlandığı bu çevirinin dipnotlar konusundaki cömert kullanımı  da benim için bu izlenimi destekliyor. Ama Sevinç Elpida Kara hakkında herhangi bir bilgiye ulaşamadığım için izlenimi geliştirebilecek bir verim yok. Everest'inki gibi yalın bir baskıda bile yer verilen çevirmen özgeçmişinin bu baskıda yer almaması da ilginç bir not olarak belirtilmeye değer bence. 

Bu eserlere birlikte baktığımda, yukarıda, kitaplığımdaki kopyalardan tek tek bahsederken de bolca değindiğim, -metnin, tarihi ve kültürel bir öge olarak önemine bağlı olarak geliştiğini düşündüğüm- açıklayıcı olmak çabasıyla, edebi değerini görünür kılma çabası dengesindeki değişimin zamana bağlı bir eğilimi olduğu düşüncesindeyim. Alfa'nın künyesindeki tarihi kullandığımız durumda, ilerleyen zamanla eğiticilik kaygısındansa edebi kaygı daha belirgin bir hal alıyor bence çevirilerde. Bunda ilerleyen zamanla bilgiye erişimin kolaylaşmasının da etkili olduğu düşüncesindeyim. Özellikle internetin yaygınlaşmasından sonra ansiklopedik bilgiye kolayca erişilebileceği düşünüldüğünde, seyrin salt metin olan Everest baskısında sonlanıyor olması tesadüf sayılamaz bence.

Çevirilere bir bütün olarak baktığımda dikkatimi çeken bir başka konu da dil kullanımıyla ilgili. Girişte de değindiğim üzere İlahi Komedya için İtalyanca'nın kurucu metni adlandırması yapılır. Yazıldığı zamanda baskın olan, yüksek edebiyat ürünlerinin Latince verilmesi görüşüne karşı çıkarak, yerel İtalyan dilinde de aynı büyüklükte eser verilebileceği savıyla kaleme alınmış, bu büyük eser. Manzum Türkçe çevirilerinde ise dil konusuna farklı yaklaşımlar olduğu düşüncesindeyim. Bu farklılıkların, eserin yaklışık 700 yıllık mazisine dayanarak metin dilinin eskiliğine ve yukarıda belirttiğim, döneminde daha geniş kitleler için anlaşılabilir olan, yerel halk dili ile yazılmış olmasına odaklanarak sınıflandırılabileceği düşüncesindeyim. Yeni baskılardan Sevinç Elpida Kara tercümesi gözlemleyebildiğim kadarıyla, metnin yaşlılığını gösterebilecek şekilde eskimiş kalıplar ve kelimeler kullanıyor (ya da kasıt yoksa bile kullanmaktan çekinmiyor). Bu durumun çeviride güdülen aslına sadık kalma çabası ile doğrudan bağlantılı olduğu düşüncesindeyim.  Yine yenilerden, Ayçin Kantoğlu çevirisi ise anlaşılırlığı -ve bence bunun uzantısı olarak akıcılığı- koruyacak şekilde metnin yazıldığı dönemdeki halk diline benzetebileceğim çağdaş bir dil kullanıyor. Burada bahsettiğim diğer iki çevirinin de farklı oranlarda da olsa bu tarafa daha yakın olduğunu düşünüyorum. Belki Rekin Teksoy tercümesi biraz arada kalıyordur ama eskiye gittikçe yapacağım gözlemde dilin kullanılırken eskimesinin de dikkate alınması gerekliliği kaynaklı hata yapma ihtimalim de artıyor. Bu dil değişiminin bir göstergesi olarak "OTUZ ÜÇÜNCÜ MANZUME" şeklinde bir başlıktan "Otuz üçüncü kanto" başlığına, oradan da benim pek çok açıdan kardeş olarak gördüğüm Everest ve Alfa baskılarındaysa ortak bir şekilde "KANTO XXXIII" gibi bir kullanıma devam eden seyir gösterilebilir bence. 

Farklı çevirilerin aynı dizeleri nasıl ele aldığıyla ilgili küçük bir temsil için de metnin başlangıcını ve bitişini kapsayacak şekilde, şiirin her bölümünden en az birer parça sunmak istiyorum. Yayınevlerinin M.E.B.Oğlak, Everest ve Alfa olacak şekilde, bu cümlede yazıldıkları renklerle gösterildiği bölümlerin manzum formda olanlarının, metnin 3'lü kafiye yapısını göstermek için kullandıkları, dize sayıları başta olmak üzere, biçimlendirmeleri da alıntıda göstermeye çalıştım.

Cehennem - I

      Hayat yolumuzun yarısında kendimi karanlık bir ormanda buldum, çünkü doğru yoldan ayrılmıştım.

1        Yaşam yolumuzun ortasında
     karanlık bir ormanda buldum kendimi,
     çünkü doğru yol bitmişti.

      Hayat yolumuzun tam ortasında
      Buldum kendimi bir karanlık ormanda,
3    Yitip gitmiştir doğru yol da.

      Yarılamışken ömrümüzün seyrini,
      Kasvetli bir ormanda buldum kendimi,
      Kaybolmuştu zira yolun salimi.

Âraf - XXX

      "Yıldızların kendilerine eşlik yapmalarına göre yaratıkları belli bir amaca götüren büyük kürelerin etkisiyle değil, fakat aynı zamanda, yağmur gibi, gözlerimizin erişemeyeceği yüksekliklerdeki bulutlardan dökülen Allahın bol bol bahşettiği vergiler sayesinde, şu adam gençliğinde öyle bir insandı ki iyi niyetle davranmış olsaydı, çok mükemmel işler başarması hiç de güç olmayacaktı. Fakat toprak, fena tohum ekildiği ve bakımsız bırakıldığı takdirde, kuvvetli olduğu ölçüde verimsiz olur, vahşileşir.

109       Kendisine eşlik eden yıldızlara göre
       her ölümlüyü belirli bir sona ulaştıran 
       büyük kürelerin etkisiyle birlikte,
112       gözlerimizin erişemeyeceği yükseklikte
       buharlardan yağan
       kutsal cömertliğin etkisiyle
115       bu kişi öyle yetenekliydi ki gençliğinde,
       şaşılacak ürünler verebilirdi
       yeteneğini kullanmayı bilseydi,

      Büyük çarkların dönmesiyle değil sadece,
      Gökteki yıldızların da sevk ve delaletine göre
111 Ulaşır her fani sonunda kendi kaderine,
      Ancak kutsal merhametin büyük cömertliğiyle,
      Buhar gözlerin erişemeyeceği o yükseklerde,
114 Rahmet yağmuru olup iner üzerlerine,
      Bu zata öyle yetenekler bahşedilmiştir ki gençliğinde
      İmza atabilirdi, mucize kabilinde eserlere
117 Şayet bahşedilen o nimeti değerlendirseydi layığı ile.

109 Değil sadece yüce kürelerin faaliyetiyle,
      -Ki sevk ederler her dölü kati bir nihayetle
      Hangi yıldızların refakatçisi olduğuna göre-
112 Bizzat ilahi inayetin cömertliğiyle,
      -Ki bereketli bulutları durur çok yükseklerde,
      Görmemiz mümkün değildir gözlerimizle-
115 Öyle ihtimaller bahşedilmiştir ki knedisine geçliğinde,
      Fıtri yetenekleriyle her neye meyletse,
      Ulaşabilirdi fevkalade muvaffakiyetlere.

Âraf - XXXIII

(...) bu çetrefil muammayı çözen Naiad'lar haline gelecek. Sen bu sözüme nişan koy. Sözlerimi, yaşamakları ölüme koşmaktan başka bir şey ölümlülere aynen nakledeceksin. Bunları yazdığın zaman, burada iki defa yapraklarını döktürdükleri ağacı (...)

52        İyi belle dediklerimi; söylediğim gibi aktar
       öbür canlılara, o canlılar ki
       yaşarken ölüme koşmaktalar.

        İyi belle; doğru anlat sözlerimi dönünce geriye,
        Bir bir ilet dediklerimi o fanilere
54    Yaşadıkları kadar yakınlardır aslında ölüme

52    Unutma ve dönünce geriye,
        Sanki ben konuşmuşum gibi naklet sözlerimi fanilere,
        Hayatları bir koşudan ibaret ölüme.

Cennet - XXXIII

          Burada yüksek temaşaya devam için gücüm tükendi; fakat bir tekerlek nasıl düzenli bir hareketle dönerse, güneşi ve öteki yıldızları devindiren Aşk da arzumla irademi artık öylece döndürüyordu.

142        Düşlerimin gücü burada tükendi;
         artık isteğimi, istencimi
         dengeli bir çark gibi döndürüyordu,
145        güneşi yıldızları döndüren sevgi.


          Düşlerimin kudreti ancak bu kadarını söylemeye yetti;
          Âlemi döndüren o çarka karışmaktı bundan gerisi,
          Sarsılmaz dengede,
145    Aşk ile çeviren yıldızları ve güneşi.

142    Muhayyilemin kudreti yoktur bundan sonrasına,
          Lakin benzeyerek tıkır tıkır dönen bir çarka,
          Arzum ve iradem harekete geçirilmişti sevgiyle halihazırda,
145    Hareket veren aynıyla güneşe ve cümle yıldızlara,

Toparlamak gerekirse; yayınevlerinin telifi kalkan çok satan yazarlar için çeviri çılgınlığı yaşayabildiklerini biliyoruz. Yakın zamanda bir kitabın 30'dan fazla farklı çevirisinin aynı anda dolaşımda olduğunu gördüğümü bile hatırlıyorum. Yayınevlerinin garanti ve düzenli gelir olarak gördüğü bu çevirileri, ekonomik kaygılarından ötürü çok fazla eleştiremiyorum. Ancak çevirilerin ve bunları merkezlerine alan edisyonların İlahi Komedya  örneğinde olduğu gibi farklı karakterlerde şekillenmesiyle bu çeşitliliğin daha olumlu bir hal alacağı düşüncesindeyim. Mesela Komedya ile ilk kez etkileşecek birine, edebi açıdan saf bir metinle karşılaşmak istiyorsa Ayçin Kantoğlu çevirisini tavsiye edebileceğim gibi, tarihi arkaplanının daha teferruatlı anlatılmasını istiyorsa Rekin Teksoy tercümesini önerebilirim. Aynı şekilde, görsel olarak da seçeneklerini çoğaltmak istiyorsa ve orjinale mümkün olduğunca yaklaşmak niyetindeyse Sevinç Elpida Kara çevirisine yönlendirebilirim. Bu kadar yetkin manzum çevirilerin olduğu bir durumda nesir çevirilerin artık pek bir karşılığı kalmadığı söylenebilir belki ama bu çeşitliğin büyük bir zenginlik sağladığını düşünüyorum. Edebiyatın bu büyük ve kurucu metinlerinin -akla gelen tüm örneklerinin- Türkçe'de -mümkünse böyle zengin bir çeşitlikle- erişilebilir olmasının çok önemli ve değerli olduğu fikrindeyim. Bu konuda son sözü de Seçkin Erdi'nin sunuşundan ödünç alacağım:

Dante'nin Türkçe'de okunması ve anlaşılmasında her biri başka bir dönemi ve yaklaşımı temsil eden bu çevirilere, emeklerine ve araştırmalarına elbette şükran borçluyuz.

Son olarak, kitapçıya erişimimin kısıtlı olduğu böyle bir dönemde yeni çıkan çevirilerin şeklini şemalini görmemde ve özellikle Alfa edisyonunu seçmemde Medyascope.tv Kültür & Tarih Sohbetleri programını hazırlayanlardan biri olarak tanıdığım Cengiz Özdemir'in kişisel YouTube kanalında paylaştığı aşağıdaki video da yardımcı oldu:


Bu yazının formatını biçimlendirmemde de ilham verici olan video için bu vesileyle bir de buradan teşekkür edeyim.kedi


Çarşamba, Ocak 13, 2021

Yeni yılı karşılamak için geçen yıldan 3 kitap hakkında bir yazı

2020 -sayıca az da olsa, etkisi derin- bazı yönleriyle güzel bir yıl oldu benim için. Okuduğum ve dinlediğim kitaplar göz önünde bulundurulduğunda, edebiyat da bu yönlerden biriydi. 2020'nin tüm güzelliğini bir kitap üzerinden anlatmaya kalksam aşağıdaki fotoğraf rakipleri arasından kolayca sıyrılır düşüncesindeyim. Ama şimdi olduğum bu yere biraz daha mesafeli bakarak, geçen sene komşuluğunda belirmiş üç eserle, biten yılı uğurlamak istiyorum. 


Bahsedeceğim kitapların üçünü de aklıma 2019 yılında düşürdüm ve -üzerinden benim standartlarıma göre çok zaman geçmeden,- 2020 yılında okuma fırsatı buldum. Her ne kadar durduğum yerle bir mesafeden bahsetmiş olsam da bu üç kitap da yukarıdaki fotoğraf kadar doğrudan olmayan, farklı şekillerde biten senenin diğer güzellikleriyle de ilintili tabii. Bunları söyledikten sonra şimdi kitaplara geçebiliriz.

Kayıp Çocuk Arşivi

Kayıp Çocuk Arşivi, Valeria Luiselli
Siren Yayınları (İstanbul), Eylül 2019

Bahsetmek istediklerim arasında, hem yayım yılı, hem de yazarının yaşı açılarından en genci Kayıp Çocuk Arşivi. Ama bu bir kenera 2020 yılında okuduklarım arasında en özel yere sahip olanlarının başında geliyor eser. Yılın hemen başlarında kitaplığıma giren bu romanı yıl bitmeden elime alışımdaki bir büyük etken baştaki fotoğrafa sinmiş olan mutlulukla ilişkili olduğu için de bu yeri perçinli. Sene içinde çeşitli ortamlarda fırsat yaratıp kitabı farklı açılardan övdüğüm için burada mümkün olduğunca öz bir şekilde eserin bende bıraktığı en belirgin etki olan, çağdaş bir klasikle karşılaşma hissinden bahsetmeye çalışacağım. Anlatmak istediğini, roman türünün kullandığı tüm araçlarını yetkinliğin sınırında değerlendirip, pek çok yerde bu sınırı da aşarak sunan bir eserdi bana göre. Belki bundan da daha önemlisi eserin anlatımının farklılığı ve yeniliği, deneysellik hissi vermeyecek kadar tamamlanmış geldi bana. Başka bir yerde yazdığım cümleyi tekrarlayarak “konusu, anlatımı, tekniği ya da bu kitaba yarışacak şekilde özetlemek gerekirse sesiyle edebiyat tarihinde kendine ait, belirgin bir yeri” olacağı düşüncemi yineleyeceğim. Her ne kadar bende yarattığı heyecana ve etkiye yaraşır şekilde anlatamıyor olsam da, tüm bu özellikleriyle Kayıp Çocuk Arşivi “yaşadığım çağda roman türünün seyrinde yer tutacak etkide, gelecekte klasik olarak anılacak kitaplar üretiliyor mu” sorusuna cevap olmaya çok yakın duruyor benim için. 

Bu eserle birlikte yıldan bahsederken değinmek istediğim bir başka konuysa, 2020’nin benim sesli kitaplarla kaynaşmamın da senesi olması. Başta değindiğim üzere bu sene pek çok kitap dinledim. Bu benim daha önceleri deneyip bir türlü istediğim verimi ve keyfi alamadığım bir şeydi ama bu sene herhalde doğru kitapların da yardımıyla bir ritim tutturabildim. Kitap dinlemek benim için başlı başına ilginç bir deneyimken, yine bu sene bazı kitapları aynı anda hem dinleyip, hem de okuyarak tamamlamak gibi daha ilginç durumlarda da buldum kendimi. Bu farklı tecrübelerin en özeli de ses konusunda bu kadar meselesi olan kitabı anadilinde dinleyip, çevirisinden okumak oldu. İyi ki de olmuş.

Sus Barbatus!

Sus Barbatus!, Faruk Duman
Hep Kitap (İstanbul) ,Kasım 2018

Destan roman sözünün ifade ettiği türün mazide kaldığını tahmin ediyordum. Buna bağlı olarak şu yıllarda türün, yeni, genç ve -buna rağmen- taklit gibi yapay hissettirmeyen, özgün bir örneği ile karşılaşacağımı tahmin edemezdim. O yüzden senenin en şaşırtıcı karşılaşmalarından biriydi benim içim. 

Faruk Duman’ın, doğduğu coğrafyada, 1980 Eylülüne giden son üç mevsimi, her biri bir cilt olacak şekilde anlatacağı Sus Barbatus! dizisinin bu ilk kitabı, kışın kalbinde kara, buza teslim olmuş bir köy ve çevresinde, birbirinden bağımsız gerçekleşen eylemlerin, olayların ördüğü bir hikayeyi olanca sürükleyiciliğiyle aktarıyor. Okurken insanın aklına Yaşar Kemal’in gelmemesinin mümkün olmadığını düşündüğüm romanın kahramanları olarak insanların yanında hayvanlarıyla ve tekmil doğasıyla yabanı da görüyoruz. Romanın dili de bu karakter çeşitliliğini ve destansı tonu yaşatacak şekilde karakteristik ve sözel ifadeye yakın. Bu kitabın da bir kısmını dinlediğim için ve çok küçük bir kısmını yüksek sesle okuduğum için eserin kulağa da hitap ettiğini rahatça söyleyebilirim.

2020 yılında okuma fırsatı bulduğum ve 2018 yılında Hep Kitap’dan çıkan bu ilk ciltle başlayan serinin, 2. kitabı da geçtiğimiz yıl bitmeden YKY'den yayımlandı.

Babil'den Sonra Yaşayacağız

Babil'den Sonra Yaşayacağız, Ara Güler
Aras Yayıncılık (İstanbul) ,Ağustos 2018

Ara Güler’in Babil’den Sonra Yaşayacağız isimli öykü derlemesinin 2018 tarihli bu baskısını, 2019 yılında -ilk kez düzenlenirken şans eseri ziyaret etme fırsatı bulduğum- Kıraathane Kitap Şenliği'nde yayınevinin standında görevliyle konuşurken görüp, almıştım. O zamana kadar sadece fotoğrafçılığıyla tanıdığım yazarın anadilinde yazdığı bu öyküler Türkçe’ye ilk olarak 1996 yılında çevrilmiş ve aynı yayınevinden basılmış

1954 yılında başlayıp 1959 yılında sonlanan bu öykücülük serüveni fotoğrafın hayatında büyümesiyle sonlanmış anladığım kadarıyla. İçinde bolca denizin, denizcilerin ve kadersizlerin olduğu öykülerinde de baştan itibaren yoğun bir görsellik arayışı da var. Yazar bu ortaklığı şöyle dile getiriyor sunuşta:

Bu eski öykülerindeki duygularım, ne olmuşsa olmuş, görsel bir anlatıma dönüşmüş. Daha o zamandan görsel bir dünyanın içine düşmüşüm demek. Bana öyle geliyor ki, yazıyla görselliğin ortak bir anlatımı var. Öyle olduğu kuşkusuz, yoksa sinema sanatı da olmazdı. (...)

Görsel malzeme, tıpkı şiir gibi, yazı gibi, resim gibi, sahne sanatları gibi, bir yerlerden birikimini topluyor, yeni bir biçim kazanıyor ve görsel sanat oluyor. Zaten yazdığım bu öykülere dikkat edilirse, bunların bir tür fotoğraf olduğu görülür. Demek ki, o zamanlar dahi görsel dünyanın adamıymışım da haberim yokmuş. 

Elimdeki bu baskının özelliği de bahsedilen bu benzerliği ve ifade aracında yaşanan değişimi gösterecek şekilde fotoğrafçının öykülerini, öykücünün fotoğraflarıyla birlikte sunan bu derleme olmasından. Albüm vasfı da olan bu öykü kitabı, benim için senenin en ilgi çekici eserlerinden biriydi. Yazının başındaki fotoğraftan yayılan güzellikle seslenme üzerinden ilinti kurması da burada bahsettiğim diğer kitaplarla olan ilişkisini de tamamlayarak benim için özel konumunu pekiştiriyor eserin.

          

Biten senenin kitaplar üzerinden bir kısa muhasebesini yaptıktan sonra yeni başlayanında okumak istediklerimle ilgili bir şeyler de söyleyerek yazıyı bağlamak istiyorum. Geçen yıldan gelerek başlamak gerekirse 2021’de yukarıda andığım Sus Barbatus!’a ikinci cildiyle devam etmek isteğimi dile getirebilirim. Fakat seneye daha genel bakacak olursa aklımda kitaplardan çok yazarlar olduğunu söylemeliyim. Bu sene tanıdığım yazarlardan -tercihen benim için yeni- bir şeyler okumak istiyorum. Bir Yaşar Kemal, bir Orhan Kemal, bir Murakami, bir Dostoyevski, bir Le Guin ve -umarım artık bu sene çıkmasını dilediğim yeni romanıyla- bir Orhan Pamuk hemen, hızlıca sayabileceklerim. İlk sırasında -2021’in fotoğrafında yer alma ihtimali yüksek olan- Büyücü’nün yer aldığı, geçtiğimiz yıllarda başladığım kitaplar listesini büyük ölçüde eritmek de bir başka arzum. Bu listeden adını anmak istediğim bir kurgu dışı eser de var; Kötülüğün Sıradanlığı da bu sene artık tamamlamak istediklerimden. Benim için yeni olacak kitaplara da değinmeden bu sözleri bitirmemek adına, merak ettiklerim arasında başı Karıncanın Günbatımı çekiyor diyebilirim. Düşsel Müze ve Napoli Romanları da ona eşlik ediyor. Eğer cesaretimi toplayabilirsem 2666 da bu senenin hacimli okumalarından biri olabilir nihayet. Şayet uzun, uzak bir yolculuğa çıkma olanağım olursa da yanıma bir cilt Seyahatname almak niyetindeyim. Tamamını gerçekleştiremeyeceğimi biliyorum ama bakalım nasıl bir yıl olacak, merak ediyorum.kedi