arama

Pazar, Kasım 15, 2020

Ayraç kullanımıma dair küçük bir not

Son dönemde, salgın başta olmak üzere çevrenin dayattığı çeşitli olumsuz etkene rağmen yaşantım hızla ve iyiye doğru evriliyor. Hayatı rutinlerine ve alışkanlıklarına büyük bağlılıkla yaşayan biri olduğum için böylesi köklü bir değişim söz konusu olduğunda bunların da etkilenmesi kaçınılmaz oluyor tabii. Bahsettiğim bu dönemle değişen alışkanlıklarımdan biri de kitap ayracı kullanımımda oldu. Pek çok insanın gözünde bahsedilebilecek daha küçük bir değişiklik yoktur belki ama hem az önce dile getirdiğim büyük bağlılığı destekleyecek bir detay olduğu için hem de bence iyi bir örnek olduğu için bundan biraz bahsedeceğim.

Bilenler vardır ben çok uzunca bir süre kitap okurken ayraç kullanmadım. Dağınık bir okuma alışkanlığım olduğu için aynı anda birden fazla kitabı okuyagelmişimdir hep. Bahsettiğim bu (yirmiye yaklaşan) yıllar boyunca, biraz da bu dağınıklığa bağlı olarak okumamın yıllara yayıldığı, aylarca elimi sürmediğim eserler de oldu. Özellikle böyle durumlarda tercih ettiğim, kitabı elime alıp son kaldığım yeri bulmak için göz gezdirmek olagelmişti. Yer yer zaman alıcı olabilen bu yöntemle hatırladığıma emin olduğum yerden devam etmeyi garanti altına alıyordum kendimce. Tabii buna bağlı olarak daha önce okuduğum yerlerin üzerinden tekrar tekrar geçmek gibi bir durumla da karşıya kalabiliyordum sıkça ki tahmin edileceği üzere bu da zaman alıcı bir durum. Ama artık yeni rutinlerimde okuma periyotlarımın bu zaman kayıplarına tahammülü zorlaştıracak şekilde kısalması söz konusu. Böyle olunca elime aldığım bir kitapta nerede kaldığımı henüz bulmuşken ya da daha bulmadan, o anda kitaba ayırabileceğim zamanı dolmuş olabiliyor. Ya da zaten kısa olacağını bildiğim bir aralıkta nereden devam edeceğimi kestiremediğim bir eseri elime almaktan imtina etmem söz konusu olabiliyor. Zaten odaklanması çok kolay olmayan biriyim; pek çok konuda ve durumda, zorla kazandığı bu odağımı da hızlıca kaybedebiliyorum. Mesela şu anda okumakta olduğunuz bu kısacık yazıyı bile parça parça yazıyorum ve eli ağır biri olmama ek olarak bu dikkat dağınıklığı, metnin oluşumunu daha da uzatıyor. Benzer bir şekilde zaten arzu ettiğimin çok altında olan okuma hızımı daha da azaltabilecek bu durumun üstesinden gelmek için ayraç kullanmaya dönmemin faydalı olacağını düşündüm. Bunun sonucunda son birkaç aydır kitap ayracı kullanıyorum.

Yıllar önce Steven Spielberg’e yakıştırılan ama doğruluğunu kontrol etme ihtiyacı hissetmediğim “ayraca bir dolar vermektense, neden paranın kendisi ayraç olarak kullanılmıyor” mealinde bir söz duymuştum. Ayracın sadece -adının taşıdığı- işlevsel amacına odaklanan bu görüşe katılmaya teşne biri oldum uzunca ve bir imleç kullanmam gerektiğinde fiş, bilet, kupon gibi el altında kolayca bulunabilecek kağıtlara başvurdum. Ama şimdi kullanmaya başladığım bu nesnede de kişisel alanım içinde yer alan pek çok nesnede olduğu gibi estetik açıdan bir değeri olması, kişisel bir bağ kurabilmek ve benzeri çeşitli özellikler arıyorum. Neyse ki bir grup arkadaşım çeşitli vesilelerle hediye ettikleri ve yaklaşık beş sene kadar önce bir sosyal medya paylaşımımda bir kısmını “varlıklarından mutluluk duyduğum” diyerek tanımladığım bir grup ayracım vardı kitaplığımda. Bunların içinden üç tanesini -bir tanesinin emeği ve anısı daha farklı bir seviyede olduğu için diğerlerinden biraz ayrılsa da- şu aralar sıkça ve severek kullanıyorum. Bu üç ayraç için dört arkadaşıma bu vesileyle bir kere de buradan teşekkür etmiş olayım.


.kedi

Pazartesi, Ekim 12, 2020

İstanbul II

İstanbul’u keyfimce ilk kez gezebilmek için on yılı az aşkın bir süre önce 2 günlük bir yolculuk yapmıştım. Bu kısa gezintinin sonrasında burada paylaşılacak bir içerik de oluşturdum. Üç parça olacak şekilde kurguladığım bu yazıların kaba hatları hızlıca oluşmuştu ama şekli, dönüşü takip eden birkaç ay içinde biçimlenmiş olan bu son bölüm yayınlanmak için 10 yıldan fazla bekledi. Bu gecikmeye tembelliğim dışında neler sebep oldu artık onun bile ayrıdında değilim. Ama şerdeki hayır arayışında geciken bu yarada azının kazandığı nostaljik bakış, geçen bu sürede önemsediğin pek çok mekanda meydana gelen  değişimi biraz daha göz önüne getiriyor. Günün başında hala unutmadığım bir heyecanla kavuşmaya gittiğim Haydarpaşa’nın artık sözde bile bir gar vasfından bahsedilemiyor. Ya da Arap Camii’nde ortaya çıktığında heyecan yaratan fetih öncesinden kalma duvar resimleri de artık görülemiyor. İstanbul Modern’in binası epey tartışmalı bir proje kapsamında yıkıldı, yenileniyor, bu sebeple müze geçici olarak başka bir mekanda faaliyette. Galata Kulesi’nin koruyucusu ve geçtiğimiz günlerde tamamlanan bir restorasyon ile mekansal işlevi değiştir. Yazıda bahsedilen mekanlardan en statiği gibi duran Dolmabahçe’nin değişmemesi bile bu 10 yıl hakkında bir şeyler anlatıyor sanırım. Bu bağlamla ve en değerli okuyucunun meraklı ısrarına da daha fazla dayanamayarak, planladığım yazıyı en az müdahale ile -hatırlayabildiğim kadarıyla- tamamlayıp paylaşmak istiyorum artık. Bu kadar hızlı devinen bir şehirde yazının daha da gecikmesi durumunda nelerin değişebileceğini öngöremez bir şekilde ilginize sunulur:


I. ve III. bölümleri daha önce bu blogda yayınlamış olan İstanbul gezisi yazılarının II. ve son bölümüdür.
Yazıya formu 28.08.2010 tarihinde verilmiştir.

Girişi aşağıdaki fotoğrafla yapmak istiyorum. Karaköy vapur iskelesinde indikten sonra Arap Camii'ni bulmak için Arap Camii mahallesinin sokaklarında gezerken çektim bu fotoğrafı. Yaşını kabaca bir yüzyıl diye tahmin ettiğim binanın üzerine sac ve doğrama ile çıkılan yarım kat, ülkenin tarihi yapılarına bakışının bir özeti gibi bence.


2. günün sabahı, nazik ev sahibemin evinden, görece erken bir saatte ayrıldım. Kadıköy'den Moda sahiline indim. Sahilin bir kısmını yürüyüp Kadıköy Vapur İskelesi'ne vardım. İskele tarafından, benim için İstanbul'un en önemli yerlerinden (sembollerinden) biri olan Haydarpaşa Gar binasını bir müddet daha seyrettim. Sonra, günün ilk mekanı olacak gara doğru yürümeye başladım.

Haydarpaşa Gar ve Limanı:
Gar binası, sadece deniz cephesinden görünüşünü bildiğim ve sadece -o meşhur- o görüntüsü ile bile beni hep çok etkilemiş olan bir yapıdır. İstanbul-Bağdat demiryolu hattının önemli duraklarından birinde dünyaya gelmiş biri olarak, garın kendisinden çok tarihçesi hakkında fikrim vardı. Kendisi ile nihayet karşılaşmam ise kimi açılardan, hayal kırıklığı oldu benim için. Öncelikle -gayet yüzeysel bir gözlem ile- imparatorluğun yıkılırken gerçekleştirdiği son büyük proje olan Asya demiryolu hatlarının başlangıç noktası olacak bina, bu denemenin ölçüsüne uygun düşecek şekilde etkileyici -ve güzel- bence. Ama memlekette demiryolu taşımacılığının karayoluna tamamen yenildiğinin bir nişanesi sayılabilecek şekilde yalnız ve kaderine terk edilmiş geldi bina bana. Orada okuduğum kadarıyla  tek büyük çaplı restorasyonu 70’li yıllarda geçirmiş gar. Onun da ne kadar başarılı olduğu tartışılır ama restorasyonun hemen sonrasında gelen kazadan başlayarak hızlıca çökmüş gördüğüm kadarıyla ve şu anda da çok bakımsız. Belki yapımı devam eden hızlı tren ile birlikte bu durum değişir.* Bunun yanında hayalimde yücelttiğim binanın gerçekleri ile karşılaşma da biraz uyumsuz oldu. Mesela ben çok daha büyük bir bekleme salonu hayal ediyordum ama epey mütevazi bir hacim ile karşılaştım. Ya da bir İstanbul cahili olarak deniz cephesindeki merdivenlerden inildiğinde ulaşılan yolun şehir trafiğine doğrudan karışan bir kordon caddesi olduğunu kurmuştum hep ama orası sadece gara ulaşım için kullanılan çıkmaz bir yol imiş. Fakat kurduklarımdan sapmanın yarattığı daha olumsuz şaşkınlığa ek bilmediklerim ile karşılaşmanın yarattığı daha olumlu şaşkınlıklar da oldu. Mesela garın kendi vapur iskelesi olduğunu orada öğrendim. O iskelenin varlığında deniz cephesi merdivenleri ayrı bir güzel göründü gözüme. 

Vapur İskelesi
Bu küçük iskeleye ayrı bir başlık açmak istiyorum. İskele de çok zarif, çok güzel bir binaymış. Tahta işleri (gişeler ve kapılar), duvar işlemeleri ve çiniler çok güzeldi. Ama gar ve çevresine çökmüş olan bakımsızlık bu bina da baskındı. Hatta burası için gar binasından da bakımsız demek yanlış olmaz.


Bir not, amca ile de bu iskelede karşılaştım.

Arap Camii:
Karaköy'le, Galata arasını kapladığını tahmin ettiğim semte adını veren bir yapı. Ama benim için burayı ilgi çekici yapan NTV Tarih dergisinde bura ile ilgili olarak okuduğum "fetih öncesi dönemden kalan tek gotik kilise" başlıklı yazı oldu.

Galata sırtlarında ara sokaklarda saklanmış bir şekilde bulduğum bu çok huzur verici cami, dışarıdan çok ilgi uyandıran farklı görüntüsüne rağmen içeride güzel ahşap işlemeler ile çok sade düzenlenmiş bir tarihi yapı. Tek başıma rahat rahat gezdim, inceledim.


Mihrabın üzerinde yer alan sıvaların bir kısmı dökülüyordu. Bunların altından da Bizans döneme ait bazı resimler ortaya çıkmış. Uzmanlar tarafından rönesans formlarına benzetilen bazı tasvirler içermesi sebebiyle heyecan uyandıran bu süslemeleri ucundan kayısından görmek de iyi oldu. **

Bina kiliseden tekrar camiye dönüştürülürken çan kulesi minare olarak kullanılmış görebildiğim kadarıyla. Bu da caminin çok karakteristik bir minareye sahip olmasını sağlamış. Bu dönüştürme sırasında sanırım, anlamadığım bir sebepten ötürü kulenin orta seviyesindeki açıklıklar tuğla ile kapatılmış.

 
Buraya son olarak, ziyaretim sırasında cami avlusunda karşılaştığım iki kişi olan etkileşimimden de bir parça koymak istiyorum:

"İçeri girebilir miyim" soruma "ne yapmak için" diye karşılık veren ve "gezmek için" cevabını alınca "camiyi gezmek istiyorsan içeri girebilirsin" diyen güvenlik görevlisi, çıkışta "ama gelecek hafta gelsen 'nah' girerdin" dedi. "Tadilata mı giriyor" diye sordum. "Evet, restorasyon var" dedi. Bu şekilde o, yanındaki adam ve ben kısa bir sohbete başladık. Güvenlik görevlisi, ilgili, cana yakın bir adamdı. Yanındaki adam elimde neden bir defter olduğunu sordu. "Not alıyorum" dedim. Güvenlikçi "okuyup, okumadığımı" sordu. Okuduğumu öğrenince yandaki, gözleri ile elimdeki defteri işaret ederek gazetecilik mi okuduğumu sordu. "Hayır" cevabımdan sonra güvenlikçi nereli olduğumu sordu. Adanalı'yım diyince, Arap Camii Kuran Kursu binasını göstererek "burada da bir Adanalı var, Osmaniyeli" dedi. "Osmaniye'nin artık kendisi il" dedim. Biraz daha konuştuktan sonra, ikisine de teşekkür ederek yanlarından ayrıldım.

Galata (Kulesi):
Kulenin hemen yanında uzanan duvarın önündeki bir plakada şöyle yazıyor:

Isaac Rousseau
1672-1747

(Ünlü Filozof Jean-Jacques Rousseau'nun babası)
(père du célèbre philosophe Jean-Jacques Rousseau)

1705-1711 seneleri arasından Saray saatçisi olarak Galata'da yaşamıştır.
a vécu à Galata entre 1705 et 1711, comme horloger du Palais.

J.J.Rousseau Avrupa Komitesi     Fransa Başkonsolosluğu
Beyoğlu Belediyesi                       İsviçre Başkonsolosluğu

28 Mart 2002 / 28 Mars 2002

Bilmiyordum. Öğrendim ve şaşırdım. Ayrıca Rousseau ailesinin İsviçreli olduğunu da bu vesileyle öğrendim.

Galata Kulesi ile ilgili olarak uzmanlık alanıma girdiğini düşündüğüm bir konuyu da paylaşmak istiyorum. Kule civarında umumi kullanıma açık bir tuvalet yok, en azından ben bulamadım. Kulenin hemen altında yer alan çay bahçesi başta olmak üzere, çevre esnafının da tuvaletleri ekseriyetle bozuk. Tabi bu esnaf muhitte umumi tuvalet olmadığı bilgisini paylaşmaktan da geri kalmıyor, sağ olsunlar. Ben kendi adıma Anemon Otel'e teşekkür ediyorum. Ve ilgilenenler için kulenin tepesinde tuvalet olduğu bilgisi ile bu konuyu kapatıyorum.

İstanbul Modern:
Modern sanat olarak önümüze konan şeyi ben çoğu zaman, yeni sanat (her ne demekse) için devinim olarak algılıyorum. Konudan bağımsız bu adlandırmadan sonra modern sanat müzesi kavramını ülkenin gündemine bir şekilde sokmayı başaran bu meşhur müzeyi de nihayet gezmeme geçebilirim.

Müzenin kalıcı koleksiyonuna ait olduğunu düşündüğüm bir bölümde dikkatimi çeken unsurlardan bir tanesi (aynı zamanda ressam da olan son Osmanlı Halifesi) Abdülmecid Efendi'ye ait bir resmin de sergileniyor olmasıydı. O zamana kadar bu hanedan üyesinin ressamlığından ve sonrasında yaptığım kısa araştırmada karşılaştığım entelektüel kişiliğinden haberdar değildim.

Gezimi gerçekleştirdiği sıra açık bulunan sergilerden birinde ise Türkiye'deki ilk video eser olarak adlandırılan Nil Yalter'in "Başsız Kadın ya da Göbek Dansı" isimli çalışmasını görmek, güzel bir tesadüf oldu.

"Başsız Kadın ya da Göbek Dansı" isimli eserden iki parça.


Bunun yanında, yine o sırada açık bulunan sergilerden birinde, Türkiye'nin ilk opera sanatçılarından Semiha Berksoy'a ait "Hapishanede Ziyafet" isimli bir çalışmanın da sergilendiğini not almışım ama bunu eseri beğendiğim için mi yoksa Semiha Berksoy'un isimini sergide bir eserin altında gördüğüm için mi yaptığımı tam olarak hatırlayamıyorum. Notlarımı daha açıklayıcı almalı ya da mümkün olduğunca kısa sürede üzerlerinden gitmeliyim sanırım. Ama şimdi bir daha bakınca, eseri beğenmekle birlikte, kendini görmeye alışık olduğumuz makyajın ve resim üzerindeki notların ilgimi çokça cezbettiğini düşünüyorum.

Hapishanede Ziyafet
(kaynak: Semiha Berksoy Müzesi)

Dolmabahçe Sarayı:
Dolmabahçe sahiline adını veren heybetli sarayın bahçesinden içeri girince beni karşılayan -bu şehrin pek çok yerinde benzerlerini görmüş olduğum ama o ana kadar çok dikkat etmediğim- büyük bir kalabalık oldu. İstanbul'da iki günde on civarında müze ve tarihi yer gezdim. Bu mekanlar içinde en fazla yerli turist gördüğüm yer tartışmasız Dolmabahçe Sarayı idi. Ayrıca sarayı görmeye gelen yerli kalabalığın orada bulunma sebebi bir bütünlük sergilemiyordu bence. Pek çok tesettürlü teyze, üç numara ya da ülkücü bıyıklı amca, ümmetçilik düşüncesinin hala ölmediğini gösterir şekilde Osmanlı'nın son taht merkezini gezmek istiyordu sanki. Aynı zamanda yine çok sayıda kırmızı saçlı seküler teyze ve daha çok genç yaşta ulusalcı bireyler Atatürk'ün son günlerini geçirdiği mekanlarda bulunmak için saraya akın ediyorlar gibi geldi bana. Saraydan çıktığımda bende de bir miktar bu ikilik vardı. İstanbul'un ruhunun bir yansıması olacak şekilde, şehrin sembolleri sayılabilecek yapılarında (monumentlerinde) de büyük ölçüde bu var. Mesela Ayasofya başta olmak üzere kiliseden camiye çevrilen yapılarda Hristiyanlık ve Müslümanlık tarihi iç içe. Dolmabahçe başta olmak üzere cumhuriyet döneminde de kullanılan Osmanlı devlet dairelerin de Osmanlı ve Cumhuriyet el ele. Bu açıdan Topkapı'nın yeri, işlevini Osmanlı'da tamamlamış olması açısından ayrı bence.

Hemen herkes tarafından bilindiği üzere dolgu bir zemin üzerinde alçı ve ahşap kullanılarak inşa edilmiş bir saray, Dolmabahçe. Bundan ötürü temelinde kayma riski var ve onun için ziyaretçiler içeri kafileler halinde kabul ediliyor. Bu şekilde hem saray içinde bir anda bulunan kişi sayısının belli değeri aşmasın engelleniyor, hem de müze tarafından sağlanan rehber sayesinde rota boyunca bilgilendirme yapılıyor.

Saray hem ikametgah hem de ofis işlevi taşıyacak şekilde tasarlanmış ve bunun Osmanlı’daki uygulamasına uygun olarak selamlık ve harem olarak iki kanattan oluşuyor. Bu kanatların ortasında ise bu ilk dünyanın başka pek çokları ile karıştığı, o etkileyici muayede salonu yer alıyor.

Tur ile sarayı gezerken, selamlık bölümünden harem bölümüne geçişte duvar süslemelerinde bir detay dikkatimi çekti. Yarım daire şeklindeki bir zemin üzerine yapılmış resimde iki tarafa yığılmış silahlar (anladığım kadarıyla Osmanlı devlet armasında yer alan silahlar resmedilmişti) arasında açılan bir pencere ve pencere içinden çıkan çiçekler gösterilmiş. Devlet işlerinden özel hayata geçişin basit ve zarif bir gösterimi olarak hoşuma gitti.***

Muayede salonunda gösteriş zirvesine ulaşıyor. Dolmabahçe Sarayı ile hatırlanan en somut büyüklük bilgisi bu salonda yer alan avizenin ağırlığı için söylenegelen 4,5 ton değeridir sanırım. Tur boyunca rehber, 1 ton ve üzerinde ağırlığı olan her avizeyi (sayılarını 3 olarak hatırlıyorum) gösterdikten sonra "daha da büyüğü var" şeklinde uyarı yaparak bu zirvenin hazırlanmasına katkı sağladı. Bu avizenin altına yerleştirilmiş 100 küsür metrakarelik el dokuması halının yaşadığım evden daha büyük bir alana sahip olması da çeşitli düşüncelere itti beni. Herhalde bu düşünceler içindeyken yanımdan birinin “içerisi ışık almıyor” diyerek dile getirdiği beğenisizliği de turun sonunda tebessüm ettirmişti.

Son:
Bir kültür merkezi olarak ve tarihi bir yer olarak İstanbul'a hayran olan Emre'nin kısa sürede gezdiği yerler bu kadar. Ancak bütün bunlar sizde benim mevcut bir bütün olarak İstanbul şehrine hayran olduğum gibi bir yanılgıya düşürmesin sizi. Ben her zaman için İstanbul'u Türkiye'nin en büyük sorunu olarak görmüşümdür. Yaşanacak bir yer olarak da o şehri sevmem, İstanbul'un taşı toprağı altın diyerek oraya göçen insanı oraya gittikten bir sene sonra "caaanım İstanbul'u mahvediyorlar bunlar" diyerek hakir gören ama esasta aynı zihniyetin bir sonucu olarak orada bulunan (bu sözcüğü bu şekilde kullanmayı çok sevmesem de) sözde eğitimli insanı da sevmem. Ve tahmin edebileceğiniz gibi daha sevmediğim çok şey var. İstanbul benim için bir müze. Orada dursun, insanlarıyla da, kent yaşantısıyla da. Ben canım istediğim zaman gideyim, sonra da gördüklerimi işte böyle paylaşayım. Değil mi sevgili okur?

*Gelecekten not: 28 Kasım 2010 tarihinde Haydarpaşa Garı'nda yangın çıktı. Binanın çatısı tamamen yandı.
**Gelecekten not 2: Caminin halen aktif kullanımda olması bahanesi ile aşağıdan kendilerini gösteren eserler, yazıda bahsedilen restorasyon çalışması kapsamında tekrar sıva ile kapatıldı. NTV Tarih Nisan 2012 tarihli sayısında bulunan eserlerin rönesans formlarına benzediğini ve üzeri kapatılan eserlerin bilimsel bir keşfin önünü kestiğinden bahsetti.
***Sanırım içeride fotoğraf çekilmesine izin vermedikleri için fotoğraflamamışım ancak defterime kabaca söyle çizmişim:

.kedi

Çarşamba, Şubat 26, 2020

Fotoğraf yazısı

Fotoğraf ilk çocukluğumdan itibaren benim için ilgi çekici bir alan olmasına rağmen bu tekniğin anı kaydetmek dışında, bir şeyler göstermek, bir şeyler anlatmak için kullanılabileceğini ciddi bir şekilde ilk kez lise yıllarında fark ettim sanırım. Çocukken tanımadığım aile büyüklerinin ve çevremdeki büyüklerin tanımadığım hallerinin yer aldığı eski fotoğraflara bakmaktan keyfederdim ve -özellikle- benim olduğum fotoğrafları tekrar tekrar tasniflerdim ama aklımda bir konu ile değişkenler üzerine daha hakim olduğum bir halde ilk kez fotoğraf çekmem, bunun nasıl basılabileceğini öğrenmek için karanlık odaya girmem ve ilk kez bir fotoğraf sergisine gitmem hep lisede gerçekleşti.

O sıralarda görünür olan dijital fotoğrafın, ne olduğunu, ne ifade ettiğini anlamama fırsat kalmadan patlaması ve yine aynı dönemlerde hayatın vazgeçilmez bir parçası halini artık neredeyse almış olan cep telefonlarına dahil olması ise üniversiteye başlarken gerçekleşti. Kayıt ve görüntüleme için film ve baskı ihtiyacının ortadan kalkmasının fotoğraf çekme alışkanlıklarını ve üretim hızını, miktarını nasıl değiştirdiğini herkes kendine göre tecrübe etmiştir sanırım. Benim gördüğüm, anı kaçırmamak için aynı kareyi tekrar tekrar çekmenin yarattığı fotoğraf çöplükleri büyürken, fotoğraf bastırmak da nadirleşen bir eylem olmaya başlamıştı. O dönemde ben de fotoğrafla, anı kaydetmek başta olmak üzere not almak, kanıt göstermek gibi işlevsel kaygılar taşıyan ilişkimi tekrar kurdum.

Hemen hemen aynı zamanlarda sosyal ağların da devreye girmesiyle fotoğraf üretme ve paylaşma amaçları, olanakları da çeşitlenerek kökten denilebilecek bir şekilde değişti bence. Akıllı telefonlarla bağlantı kavramı da sisteme dahil olduktan sonra anındalık konusu yaşadığımız çağdaki hemen her şeyde olduğu gibi fotoğrafta da merkezde bir yere yerleşti sanırım. Arada net bir ayrım var mıdır varsa sınır nerede çiziliyor tam olarak adlandırabilecek konumda değilim ama artık video, gündelik hayatta fotoğrafın yerini alıyor düşüncesindeyim ve bu noktadan bakınca ciddi kamera kabiliyetleri olan akıllı telefonları sürekli bağlı olduğu bir sosyal medyaya taşıyan Instagram fotoğrafın tarihinde yaşadığı en sarsıcı şey gibi görünüyor bana.

Instagram çağında hemen herkesin fotoğraf görgüsünü hızlı geliştiği, iyi fotoğraf üretebilmek için kullanılan ortalama bilginin ciddi şekilde arttığı ve daha çok şey anlatan daha çok fotoğraf çekildiği şeklinde bir görüşüm var. Yukarıdakiler gibi spekülasyondan öteye gidemeyecek olan bu görüşümü de konuya daha hakim kişilerin yorum yapmasını, bir tartışmaya kapı açması umuduyla istediğimi belirterek dile getirdikten sonra fotoğrafla olan kişisel ilişkimle ilgili bir kaç noktaya odaklanarak yazıyı sonlandırmaya başlayabilirim.

Liseden sonra ben fotoğrafın anlatma, gösterme kısmı ile üretim açısından pek ilgilenmedim. Bu kaygılarla üretilmiş fotoğrafları izlemek için çok yoğun bir çaba da sarf etmedim belki ama zaman zaman kendime fırsatlar yaratmaktan da keyif aldım hep. Bu konuda yakın zamana kadar olağan seyirden ayrılan tek girişimim, birazdan değineceğim ikinci konu ile de bir şekilde ilişkilendirilebilecek şekilde, fotoğraf üzerine kafa yorduğunu bildiğim, üretimlerine özen gösteren arkadaşlarımın en yakınlarından, oluşturmaya başlamak istediğim küçük bir kişisel arşivde yer almak için basılmak üzere -tercihen bunun için çekilmiş- bir fotoğraf paylaşmalarını istemem oldu. Sonrasında çeşitli sebeplerden ötürü sürdüremediğim bir isteğim oldu bu ve arzuladığım arşiv gerçekleşemedi.
Bir iki sene kadar önce de ben fotoğraf üzerine daha fazla kafa yormak istedim. Biraz daha sistemli bir şekilde sergi gezme, fotoğraf bakmak isteği olarak başlayan bu güncel dönem, sonrasında bir giriş seviyesi bir makine edinmem, çeşitli derslere bakmam ve en son başlangıç seviyesinde bir fotoğraf kitaplığı/rafı kurma noktasında ulaştı ama bu ilgimi istediğim seviyede sürdüremedim bir türlü. Susan Sontag’ın Fotoğraf Üzerine ve Walter Benjamin’in Fotoğrafın Kısa Tarihi gibi temel gördüğüm eserleri bile okuma listemden ileri geçemediler henüz. Buna eş olarak fotoğraf çekme rutinimde de kafa yormak istediğim seviyelere ulaşamadı. Hala çoğunlukla anı kaydetmek kaygısıyla otomatik modlarda fotoğraf çekiyorum. İsteğim hala sürüyor ama nereye kadar ve nasıl gideceğini kestiremiyorum.

Son olarak bir nesne olarak fotoğraf ile ilgili de birkaç şey söylemek istiyorum. Hayatımın büyük çoğunluğunu doğup büyüdüğüm evden, şehirden uzakta geçirdim. Evden ilk kez ayrılırken yanıma, baktığımda üzüleceğimi düşündüğüm için fotoğraf almamıştım sanırım. Sonrasında da durum çok değişmedi. Basılı fotoğrafların çağında ben yanımda pek fotoğraf dolaştırmadım. Sonrasında gelen dijital fotoğrafların çağında da dönüp dönüp baktığım fotoğraflarım çok olmadı. Zaman zaman neden yanımda taşıdığım güzel bir aile fotoğrafım ya da arkadaşlarımla mutlu zamanlarımızı hatırlatan elle tutulur bir baskı yok diye düşündüğüm zamanlar oldu ama bu bir değişikliğe gidecek kadar uzun boylu bir düşünce olmadı hiç. Fotoğraf baskıları biriktirmekle ilgili en olgun düşüncem yukarıda bahsettiğim arşiv fikri idi ve gerçekleşmedi. Fakat bu konuda yakın zamanda büyük bir değişiklik oldu. Şu anda evimin çeşitli yerlerinde her gördüğümde beni çok mutlu eden fotoğraflar var ve bunların sayılarını arttırmak için büyük bir istek taşıyorum. Hayatıma mutluluk getiren fotoğrafların sahibinin yarattığı bu değişiklik belki de fotoğraf nesnesi ile olan ilişkimi yeniden tanımlayacak kadar köktendir ve yukarıda zaman zaman neden olmadıklarını düşündüğüm fotoğraflar veya gerçekleşmeyen arşiv gibi çeşitlenmelerle büyütecektir. Ama değişiklik bu seviyede de kalsa yatarken başucumda içi gülen bir çift göze bakmamı sağlayan fotoğraflarla ve bu yeni ilişkimle mutluyum.kedi


Pazar, Ocak 05, 2020

Aralık ve ötesi

En sadık okuruma,

Burada daha önce de bahsetmiştim aralık aylarının benim hayatımda ayrı bir yeri vardır. Hatırlayabildiğim geçmişte yılın bu son ayları benim için hep üzüntü, hayal kırıklığı ve mutsuzlukla yoğrulmuş, senenin en kötü dönemi olarak ayrışıyor olagelmiştir. Ta ki bu seneye kadar. Bunca yılın birikimine karşılık mıdır bilmiyorum ama biten yılın son ayı mutluluk hissini en derinden yaşadığım, iyiliğiyle hayatımın tamamında yeri, izi olacak bir zaman oldu.

Aralıkta başlayan bu sevinç yeni yılda da artarak devam ediyor. Beni son dönemde gören insanların, alışılmadık şekilde keyfimin yerinde yerinde olmasından ve yüzümde kalıcı bir yer edinen gülümsemeden kolayca ayırt edebildikleri bu iyi olma halinin kalıcılığına güveniyorum.kedi